Sırrı Süreyya ismini ilk kez “Beynelmilel” filminde duymuştum.
Eminim birçoklarımız o sıcacık filmi izlemiştir.
Sadece bir hikâye değildi orada anlatılan; bir dönemin ruhuydu, içimize işleyen, bizden bir parça gibi gelen.
O filmde hem yönetmen koltuğunda oturuyordu hem de oyunculuğuyla yüreğimize dokunuyordu.
Ne anlattıysa samimiydi.
Gözümüzün değil, kalbimizin içine bakarak anlatıyordu.
Yıllar geçti…
Televizyon ekranlarında görmeye başladık onu.
Elime kumanda her geçtiğinde ve o ekrandaysa, izlemeye devam ettim.
Çünkü o konuştuğunda, içinden geçen geçiyordu.
Hesapsızdı, filtresizdi, kalpten geliyordu söyledikleri.
Sonra bir gün siyasette, HDP saflarında görünce bir duraksadım.
İçimde bir burukluk oluştu. “Yapmasaydı keşke,” dedim.
O yıllarda ülke adına çok endişeliydim, kafam karışıktı, gelecek flu’ydu.
Ama zaman geçti, çok şey yaşandı, çok şey değişti…
Ve şimdi dönüp baktığımda anlıyorum: O düşüncelerim eksikti, belki de yanlıştı.
Bugunki çabasini görünce ülkemiz adina bir bildigi varmis dedim…
Bugün Türkiye’nin dört bir yanında aynı dua dökülüyor dudaklardan:
“Allah şifasını versin.”
Bu, öyle sıradan bir temenni değil.
Her kesimden, her görüşten insanın yürekten ettiği bir dua…
Bir insanın ardında bırakabileceği en kıymetli şey belki de budur: Kalplerde bir dua ile anılmak.
Yıllar önce bir filmde izlediğimiz o adam, bugün sadece bir milletvekilinin değil, bir halkın
vicdanını temsil eden biri oldu.
O dua, adeta bir köprü gibi…
Kalpler arasında kurulan, birbirine çok uzak gibi görünen insanların bile ortaklaştığı bir yer.
Belki de en çok buna ihtiyacımız vardı: Aynı kalp atışına, ortak bir duaya…
Sırrı Süreyya’nın köşe yazılarını da okurdum eskiden.
Kelimeleriyle sessiz ama derin konuşurdu.
Bir cümlesi bazen bütün bir gün peşinizi bırakmazdı.
Ne edebi gösterişler yapardı, ne de okuyucunun gözüne sokarak yazardı.
Sade ama güçlüydü.
Yazılarında her zaman bir insan sesi vardı: bir sitem, bir umut, bir yara…
Sonra o kalem, meclis kürsüsüne çıktı.
Aynı yürek, bu kez söz oldu, ses oldu.
Her konuşmasında sadece bir partiyi değil, bir halkı dillendiriyordu.
Sesi yükselse de içinde öfke değil, acı vardı.
Yarayı gösteriyordu ama asla yaralamadan…
İşte bu yüzden bugün herkesin dilinde aynı dua:
“Allah şifasını versin.”
Çünkü samimiyetin dili ortaktır.
İçtenliğin bir rengi yoktur.
O, sadece yazdıklarıyla değil, duruşuyla da hep insana kıymet verdi.
Ve şimdi, o kıymet dualarda karşılık buluyor.
Kim bilir… Bir duaya nasip olmak…
Belki de insanın hayatta varabileceği en güzel yer, tam da burasıdır.
Allah en iyi biledir….
Ben onu hiç tanımam.
Ne birebir karşılaştım, ne bir selamım oldu.
Ama bir filmde gördüm, bir yazısını okudum, bir konuşmasını duydum.
Samimiyet vardı, içtenlik vardı.
Sonra yıllar geçti, farklı yerlerde çıktı karşımıza.
Farklı düşünenler oldu, farklı konuşanlar…
Ama şimdi bir gerçek var:
Herkes aynı cümleyi kuruyor:
“Allah şifasını versin.”
Bu dua, sadece bir temenni değil.
Bu, gönülden gelen, karşılıksız, içten bir insanlık çağrısı.
Tanımak gerekmez böyle bir duayı etmek için.
Çünkü bazen bir insan, sadece duruşuyla, bir cümlesiyle, bir hissiyatıyla kalbe dokunur.
Ve şimdi o kalplerden aynı anda yükselen bir dua var:
Allah şifasını versin.
Kalpten çıkan dua tanımaz, ayırmaz. İşte bu yüzden anlamlı…
Kim olursa olsun, bir insanın arkasından yürekten edilen dua, onun insanlığına yazılmış en güzel nottur.
Ve bu dua şimdi bir ağızdan değil, bir memleketin kalbinden çıkıyor.
Allah şifasını versin.
Evladina,sevdiklerine kavustursun 🌿