Üç yıldır Türk kültürünü inceleyen Japon bilim adamı Kalyo Yasuo, öyle bir söz söylemiş ki insanın

içini acıtıyor:“Batı, artık savaşmadan bir ülkeyi yok ediyor.

Türkiye’de birkaç dizi dışında hepsi Türk kültürüne, dine, geleneğe ters.

Asıl garip olan ise herkes bunu biliyor ama yine de izliyor. Anne, baba çocuğu ile oturup izliyor. Hayret…”

Bu cümleler, sadece bir yabancının şaşkınlığını ifade etmiyor; aynı zamanda bize, içinden

geçtiğimiz kültürel çözülmeyi, toplumsal körlüğü ve farkındalık yoksunluğunu yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Düşünelim: Biz ne yapıyoruz?

Bir milletin ruhu, onun kültürüdür.

Kültür; dilidir, inancıdır, değerleridir, yaşam biçimidir.

Ve bugün bu kültür, savaşsız bir işgale uğruyor.

Ne tanklar giriyor şehirlerimize, ne bombalar yağıyor gökyüzünden.

Ama ekranlardan sızan fikirler, dizilerle normalleştirilen değer aşınması, sosyal medyayla

pompalanan kimliksizleşme, bizi biz yapan ne varsa adım adım yok ediyor.

Eskiden düşman sınırdan girerdi, şimdi salondaki televizyondan giriyor.

Dizilerde aile kavramı zayıf, değerler altüst, ilişkiler yoz, toplum kurgusu yapay.

Geleneksel rol modeller yerine, hayatla bağını koparmış karakterler sunuluyor.

Ahlaki zemin bulanık, manevi atmosfer silik.

Bütün bunları izleyen halk ise çoğu zaman bunun farkında bile değil – ya da daha beteri, farkında ama umursamıyor.

Bir millet kendi kültürünü çocuklarına miras bırakmazsa, başka bir kültür gelir ve onu kendi elleriyle giydirir.

Çok uluslu medya şirketlerinin, küresel kültür endüstrisinin ve sermaye güdümlü yayınların amacı, kültür oluşturmak değil, kültür dönüştürmektir.

Üstelik bunu öyle bir paketle yaparlar ki, izleyici değişimi “eğlence” zanneder.

Kalyo Yasuo’nun “Hayret” sözü aslında bir haykırış: “Siz nasıl bu kadar farkında olup da bu kadar tepkisiz kalabiliyorsunuz?” sorusunun tercümesi.

Gerçekten de: Biz ne yapıyoruz?

Ne izlediğimizin farkında mıyız?

Çocuklarımızla birlikte ahlaki yozlaşmanın ve değer erozyonunun seyircisi mi oluyoruz?

Kültürümüzü korumak için hangi çabayı gösteriyoruz?

Eleştirmek kolay; ama mesele eleştiriyi harekete, farkındalığı direnişe dönüştürmekte.

Her ekran karşısına geçtiğimizde bir seçim yapıyoruz:

Ya bizi biz yapanı savunuyoruz,

Ya da bizi biz olmaktan çıkaranı alkışlıyoruz.

Sonuçta, kültürel işgal bir tercih meselesidir: Sessiz kalırsan, kendi ellerinle kapıyı açmışsın demektir.

Eskiden bir ülke işgal edilince sınırdan tank girerdi.

Şimdi televizyonla, dizilerle, internetle, ekran ekran evlerimize giriyorlar.

Ama öyle bir giriyorlar ki kimse fark etmiyor bile.

Biz zannediyoruz ki dizi izliyoruz.

Oysa izlediğimiz şey yavaş yavaş bizi biz olmaktan çıkarıyor.

Dizilere bakın: Aile kalmamış, saygı bitmiş.

Anne-baba figürü ya yok ya da karikatür gibi.

İlişkiler karma karışık, ahlak kaybolmuş.

Din, inanç, örf, gelenek neredeyse yok.

En acısı da ne biliyor musunuz?

Bunları izleyen biziz.  Hem de bile bile!

Anne izliyor, baba izliyor, çocuk da yanında.

Sonra da “Bu gençlik ne hale geldi?” diye şikâyet ediyoruz.

E, ne olacaktı?

Bir millet kendi kültürüne sahip çıkmazsa, başkalarının kültürünü yaşamaya başlar.

Bizim başımıza gelen de tam olarak bu.

Bizi savaşla yenemediler, şimdi kültürle şekillendiriyorlar.

Ama gönüllü bir şekilde…

Kendi ellerimizle, kendi paramızla, kendi çocuklarımıza başka hayatları “doğruymuş” gibi izlettiriyoruz.

Kardeşim, bu bir eğlence değil, bu bir teslimiyet.

Bu farkındalık eksikliği değil, bu bir umursamazlık.

Ve bu şekilde giderse bizden sonraki nesil, “bizim kim olduğumuzu” bile bilmeyecek.

Japon bilim adamı “Hayret!” demiş.

Biz demiyoruz.

Çünkü artık biz de alıştık.

Ama unutma: Alışmak, teslim olmaktır.

Şimdi kendimize sormamız gereken tek soru şu:

“Biz ne yapıyoruz?”

Selam ve dua ile

𝓗𝓪𝓴𝓲𝓶𝓮 𝓖𝓾𝓵𝓼𝓾𝓶 𝓗𝓲𝓬𝓻𝓮𝓽