GANÎ الغني
El-Ganiyy anlamı, zatı ile zengin olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, zatı ile zengin olan, gerçek manada zengin olan olarak geçmektedir.
El Ganiyy isminin dini açıdan büyük önemi bulunmaktadır.
Genel olarak hiçbir şeye muhtaç olmayan anlamında kullanılmaktadır
El-Muğni; dilediğini, istediği anda, istediği kadar zengin eden ve mahlûkatının her türlü ihtiyacını giderip zengin eden demektir.
“Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara Suresi, 2/212)
“Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir.” (İsra Suresi, 30)
MÂNİ‘المان
El-Mani İsminin Anlamı Nedir? Mâni’ kelime anlamı itibariyle; dilemediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen; kötü şeylere engel olan anlamına gelmektedir.
Allah Teâlâ, bazı isteklerin gerçekleşmesine izin vermez.
Bütün isteklerimiz, Allah’ın dilemesi ve takdiriyle gerçekleştiğine işaret edilir.
ED-DÂRR / EN-NÂFİ
DÂR الضار
Zarar vermek” anlamındaki darr veya durr masdarından sıfat olup “zarar veren” veya “elem ve zarar verici şeyleri yaratan” mânası ile esmâ-i hüsnâ içinde yer alır.
Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok menfaat (nef‘), hayır ve rahmet kavramlarıyla birlikte ve bunların karşıtı olarak elliden fazla âyette geçen zarar kavramı bu âyetlerin bir kısmında, Allah’tan başka tapınılan sözde tanrıların kendilerine de başkalarına da herhangi bir fayda veya zararlarının dokunamayacağını ifade eder.
Bazı âyetlerde kimsenin Allah’a zarar veremeyeceği vurgulanırken altı âyette de Allah’ın kuluna zarar murat etmesi veya zarar dokundurması şeklinde kullanılır.
Bunların hemen hepsinde zararın karşıtı olarak hayır, rahmet ve menfaat kelimeleri de zikredilmiştir. Diğer bazı âyetlerde, herhangi bir şekilde insana dokunan zararın Allah tarafından bertaraf edilmesinden (keşfü’d-durr) söz edilir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḍrr” md.).
Kur’ân-ı Kerîm’de zarar kavramının, her şeye gücü yeten Allah’ı bırakıp da fayda veya zarar vermekten âciz olan putlara tapmanın mantıksızlığını vurgulayan bir üslûp içinde kullanılmış olması, ayrıca karşıtı olan nef‘ vb. kelimelerle birlikte zikredilmesi, bu kavramın mutlak mânada Allah’a nisbet edilmesinin amaçlanmadığını gösterir.
Nitekim bu kavram Kur’an’da sıfat sîgasıyla (dâr) Allah’a izâfe edilmemiştir
. Dâr, doksan dokuz ismi içeren hadiste nâfi‘ ismiyle birlikte (İbn Mâce, “Duʿâʾ”, 10; Tirmizî, “Daʿavât”, 82), diğer bazı hadislerde de fiil şeklinde Allah’a nisbet edilir (Müsned, I, 176; III, 453; İbn Mâce, “Aḥkâm”, 17; Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 31; Tirmizî, “Birr”, 27).
Bazı İslâm âlimleri insanı olumsuz yönde etkileyen, onun fizyolojik veya psikolojik varlığında, yakınlarında, sevdiklerinde ya da servetinde hoşa gitmeyecek durumlar meydana getiren ve mutluluğunu bozan “zarar verme” fiilinin Allah’a nisbet edilmesinin İslâm’daki ulûhiyyet anlayışıyla bağdaşmayacağını savunurken dâr ismi üzerinde durmuşlardır. İbnü’l-Vezîr meseleye iki açıdan bakmıştır.
Bir telakkisine göre, dâr ismi Kur’an’da ve Buhârî ile Müslim gibi en başta gelen hadis kaynaklarında yer almadığına göre bu ismin esmâ-i hüsnâdan kabul edilmesi gerekmez.
İkinci bir yorumuna göre ise Allah’a nisbeti açısından dârrın, karşıtı olan nâfi‘den bağımsız olarak düşünülmesi mümkün değildir.
Şu halde dâr-nâfi‘ lafızları ikileme (tekrar) durumunda olup esmâ-i hüsnâ içinde ikisi bir arada “maddî-mânevî her şeyin mâliki ve mutasarrıfı” (mâlikü’l-mülk) anlamını taşırlar (Îs̱ârü’l-ḥaḳ, s. 174). Kur’an’da Allah’a nisbet edilen zarar kavramı, “Allah eğer sana bir zarar verecek olsa onu kendisinden başka kimse bertaraf edemez” (Yûnus 10/107) örneğinde görüldüğü üzere, daima yüce yaratıcının yetkin kudretini ifade eden ve bu kudretin başkalarında bulunmadığını vurgulayan bir üslûpla dile getirilmiş, sürekli olarak şartlı ve alternatifli cümleler halinde kullanılmıştır.
Dâr ile nâfi‘ isimleri arasında bulunan sıkı münasebet onların birlikte kullanılması sonucunu doğurur.
Dâr ismi nâfi‘ kelimesinin aksine tek başına kullanılmaz.
İbnü’l-Vezîr’in birinci yorumundan asıl anlaşılması gereken de bu olmalıdır.
Buna göre zarar verme kavramı Kur’an’da ve bazı hadislerde Allah’a nisbet edilmekte, ancak müstakil bir isim veya sıfat niteliği taşımamaktadır
Nitekim Ebû Abdullah el-Halîmî de Allah’ın tek başına nâfi‘ ismiyle anılmasının câiz, tek başına dâr ismiyle anılmasının ise memnû olduğunu kaydeder (el-Minhâc, I, 206).
Allah’ın doksan dokuz ismi içinde “rahmân-rahîm” gibi anlamları birbirine çok yakın olanlar yanında “dâr-nâfi‘”, “kābız-bâsıt” (rızkı daraltan-genişleten), “muhyî-mümît” (yaşatan-öldüren) gibi karşıt anlamlı ikileme şeklinde kullanılanlar da vardır.
Bu sonuncular bir çelişkiyi değil, birbirinin zıddı veya alternatifi olan varlık ve olayların düzenli ve âhenkli işleyişinden ibaret bulunan kâinatın Allah ile münasebetini dile getirir.
Bu açıdan dâr ismi, “zarar veren” şeklinde değil “zarar verici olanları da dahil olmak üzere her şeyi yaratan, kâinatı karşılıklı etki-tepki münasebeti içinde düzenleyip yöneten” tarzında anlaşılmalıdır.
Dâr bu muhtevası ile Allah’ın kevnî isimleri grubuna girer (ayrıca bk. NÂFİ‘)
Kaynak islamansiklopedisi
NÂFİ‘ النافع
En-Nafi; O, fayda veren şeyi yaratandır. En-Nafi; sürekli olarak bütün mahlukata hayır ve fayda sağlayandır. O ki; hayır ve menfaat verici şeyleri yaratandır. Yaratması sürekli olandır.
En-Nafi Ne Demek ve Nedir?
En-Nafi; Allah’ın güzel isimlerinden bir tanesidir. Esma-ül Hüsna diye bilinen bu isimlerden “En-Nafi”, fayda veren şeyleri yaratandır. Allah, sürekli fayda veren ve yarar sağlayan şeyleri yaratan güçtür. En-Nafi istediği kuluna fayda ve yarar sağlayandır.
En-Nafi Esması Türkçe Anlamı
En-Nafi esmasının Türkçe anlamı şöyledir; sürekli yaratan, yaratmasında hikmetler bulunan. En-Nafi kulların başka kullarına fayda vermesini sağlayandır. Devamlı bütün mahlukata hayır ve fayda sağlayan büyük güç ve kudrettir.
En-Nafi esması Kuran’ da birçok yerde geçmektedir. En-Nafi esmasının geçtiği bazı ayetlerden örnekler:
“…Allah’ı bırakıp da sana fayda sağlamayacak ya da zarar veremeyecek şeylere tapma…Eğer bunu yaparsan o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun…” ( Yunus Suresi, Ayet 106 )
“…Ey iman edenler! …Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır…Artık O size yaptıklarınızı bildirecektir..”( Maide Suresi; Ayet 105 )
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.
En Nur isminin pek çok anlamı bulunmaktadır.
En Nur ismi, Arapça kökenli olup iyi anlamda pek çok anlamı bulunmaktadır.
Bütün alemleri aydınlatan, yol gösteren, nurlandıran, açığa çıkaran, sonsuz, sınırsız ve sönmeyen nur sahibi anlamlarına gelir.
Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dördüncü sûresi Nûr ismiyle anılmaktadır.
Bunun sebebi 35. âyetinin, “Allah göklerin ve yerin nurudur” diye başlaması ve âyette nur kelimesinin iki defa daha zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmesidir.
Bundan başka kıyametin hallerinden bahseden âyette, “Yeryüzü rabbinin nuruyla aydınlanır” denilmekte (ez-Zümer 39/69), iki âyette de nur kelimesi hem Allah lafzına hem O’na ait zamire izâfe edilmektedir (et-Tevbe 9/32; es-Saf 61/8).
Allah çeşitli âyetlerde “nuru yaratma” kavramıyla nitelendirilmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “nvr” md.).
BEDΑ البديع
El-Bedî anlamı; emsalsiz, benzersiz, misalsiz, örneksiz, hayret verici alemler yaratan, eser ve ihsanlarıyla varlığı apaçık görünen olarak geçer.
El Bedi ismi kısaca her şeyi en güzel ve benzersiz şekilde örneksiz yoktan yaratan anlamlarına da gelmektedir
Allah Teala sınırsız güzellikte sonsuz sayıda nimetler yaratmıştır.
Kendi güzel, yarattıkları güzel olan Allah, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcıdır.
el-Bedi ismi ne demek? el-Bedi esmasının anlamı ve faydaları nedir? el-Bedi isminin faziletleri nelerdir?
Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah, tüm yarattıklarını eşsiz bir sistem ve güzellik içinde yaratmıştır.
Güneş sistemi ve galaksiden, bir tohumun çimlenmesine kadar yeryüzündeki tüm güzellikler alemlerin Rabbine aittir.
Bir edebiyat terimi de olan Bedi kelimesi, edebiyatta nesir ve nazım güzellikleri kullanarak şiiri süslemek anlamında kullanılır.
Nitekim yüce Allah Kuranı Kerim’de “O göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır” (el-Bakara 2/117) buyurmaktadır
. Hiçbir emsali olmadan, her bir yaratılanı hiç yoktan ve bütün ihtişamıyla yaratan Allah’ın en güzel isimlerinden biri olan el-Bedi isminin anlamı araştırılmaktadır.
Peki, el-Bedi isminin anlamı nedir?
Bedi kelimesi sözlükte, örneksiz ve modelsiz olarak bir şey icat eden, örneği ve modeli olmadan yaratılmış olan anlamına gelirken Allah’a nispet edildiğinde de “eşi ve benzeri olmayan güzellik sahibi, eşsiz yaratan” manasını ifade eder.
Tüm yarattıklarını kusursuz yaratan Allah, aynı zamanda kainatın tamamını mükemmel bir ahenk içinde yaratmıştır.
Öyle ki kainat, mükemmelliğiyle seyredenleri adeta büyüler.
Bu bağlamda el-Bedi isminin şaşırtan ve hayrete bırakan anlamı da mevcuttur. el-Bedi isminin ifade ettiği en önemli nokta ise tüm yarattıklarını emsali ve herhangi bir numunesi olmadan, sonsuz yaratma kudretiyle yaratan olmasıdır.
BÂKĪ
الباقAllah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.Sözlükte “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamındaki bekā kökünden türeyen bir sıfattır.
Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “gelecekte varlığının sona ermesi düşünülemeyen” anlamına gelir ki “Allah’tan başka her şeyin gelip geçici olduğu” mânasını ifade eden fânînin zıddıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de bâkī isminin ihtiva ettiği mâna, aynı kökten türeyen fiil ve ism-i tafdîl sîgaları ile Allah’a nisbet edilmiştir (Tâhâ 20/73; er-Rahmân 55/27).
Yine Allah’ın isimlerinden olmak üzere Kur’an’da yer alan âhir ve samed kelimeleri de (el-Hadîd 57/3; el-İhlâs 112/2) bâkīnin mânasını destekler niteliktedir.
Allah’ın isim ve sıfatları başlangıçsız (ezelî) ve nihayetsiz (ebedî) olma özelliği taşıdığına göre O’nun hay ismi “ezelî ve ebedî bir hayatla diri” anlamına gelir ve bu mânasıyla Allah’ın sonsuzluğunu vurgulamış olur.
Nitekim bir âyette Cenâb-ı Hak hay ismiyle anıldıktan sonra ölümden münezzeh (lâyemût) olmakla nitelendirilmiş (el-Furkān 25/58) ve bir bakıma bâkī ismi tefsir edilmiştir.
Hadislerde bâkī mânasını içeren ve özellikle Hz. Peygamber’in dua ve münâcâtlarında yer alan ifadeler mevcuttur; ayrıca aynı anlama gelen dâim ismi de Allah’a nisbet edilmiştir (bk. Beyhakī, s. 9-12).
Bâkī, kelâm literatüründe “varlığının sonu olmayan” anlamında Allah’ın isim ve sıfatları içinde zâtî-selbî grubundan kabul edilmiştir.
Gazzâlî’nin de belirttiği gibi “kendinden ötürü varlığı zaruri” (vâcibü’l-vücûd bizâtihî) olan Allah’ın, zamanın hem geçmişi hem de geleceği açısından nihayetsiz olması aklen de zorunludur.
Çünkü mevcudiyetini kazanıp sürdürebilmesi için başkasına muhtaç olmaktan münezzeh bulunan Allah’ın zâtı değişime mâruz kalmayacağı gibi zamana da bağımlı değildir.
Ancak değişim kanunlarına tâbi bulunan insanın zihni, zamanı geçmişe ve geleceğe bağlı olarak idrak eder.
Bu sebeple de kelâmcılar yaratıcının sonsuzluğunu geçmiş açısından kadîm ve ezelî, gelecek açısından da bâkī ve ebedî kavramlarıyla ifade etmek istemişlerdir.
Bütün İslâm bilginleri Allah’ın bâkī oluşu noktasında görüş birliği içindedir.
Ancak aşırı Şiî gruplarına mensup Beyân b. Sem‘ân, “O’nun vechi (zâtı) müstesna her şey yok olmaya mahkûmdur” (el-Kasas 28/88) meâlindeki âyetin hükmünü Allah’ı da içine alacak şekilde genelleştirmiş ve bu âyetteki vech kelimesine yaratılmışlara mahsus “yüz” mânası vererek Allah’ın yüzü hariç zâtının yok olacağını ileri sürmüştür.
Fakat Beyân b. Sem‘ân’ın bu görüşü mutlak mânada ulûhiyyet kavramına, Allah’ın isim ve sıfatlarına ve mantık kurallarına aykırı görülerek reddedilmiştir.
Dünya hayatını sona erdiren ölüm, kişinin ölümsüz yaratıcının ölümsüz âlemine geçişini sağlamaktadır.
Özellikle Türk dünyasında hemen bütün mezar taşlarında yer alan “Hüve’l-bâkī” (Ölümsüz olan sadece O’dur) cümlesi, Allah’ın üstün kudret ve ebedîliğini ifade ederken kulun aczini dile getirmekte ve dolayısıyla gerçek saadetin O’na teslim olmakla
gerçekleşebileceğine işaret etmektedir (bâkī kavramının Allah’ın sıfatları içindeki yeri ve zâta nisbet edilişiyle ilgili farklı görüşler için bk. BEKĀ)./islamansiklopedisi
El Bâkî “varlığının sonu olmayan”
“Varlığının sonu olmayan.”
“Mahlukat yok olduktan sonra da varlığı devam eden.”
“Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, hem daha hayırlıdır, hem de bâkidir. Hâlâ, akıllanmayacak mısınız?” (Kasas, 28/60)
VÂRİS
Sözlükte “alışveriş vb. bir akid bulunmadan bir mala sahip olmak, ölen kimsenin servetinden pay almak” anlamındaki virs (virâset) kökünden türeyen vâris “ölünün malını mülk edinmeye hak kazanan kimse” demektir.
Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “varlığının sonunun bulunmaması vasfıyla kâinatın gerçek sahibi” mânasına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “vrs̱” md.; Kāmus Tercümesi, I, 693-694).
Kur’ân-ı Kerîm’de virâset (verâset) kavramı ondan fazla âyette “vâris olmak; vâris kılmak” anlamında fiil kalıplarıyla Allah’a nisbet edildiği gibi iki âyette vâris ismi çoğul sîgasıyla (vârisîn, vârisûn) Allah’a izâfe edilmiş, bir âyette O’nun “vârislerin en hayırlısı” (ahsenü’l-vârisîn) olduğu belirtilmiş, iki yerde de göklerin ve yerin, bütün evrenin mirasının O’na ait bulunduğu vurgulanmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vrs̱” md.).
Bunun dışında çeşitli âyetlerde Cenâb-ı Hakk’a kâinatın mülkiyeti nisbet edilmiştir (bk. MELİK).
Vâris Tirmizî (“Daʿavât”, 82) ve İbn Mâce’nin (“Duʿâʾ”, 10) esmâ-i hüsnâ rivayetlerinde yer almıştır (ayrıca bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vrs̱” md.).
Cenâb-ı Hakk’ın vâris ismi genellikle Mü’min sûresindeki âyetlerin (40/15-16) ışığı altında açıklanmıştır.
Ruhların ve cesetlerin, birbirinden çok farklı insanların bir araya geleceği ve gizli âşikâr bütün amellerin ortaya çıkacağı gün Allah
tarafından, “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” sorusu sorulacak, buna yine kendisi tarafından, “Kahhâr olan tek Allah’ındır”
cevabı verilecek, o gün O’nun vâris ismi ve sıfatı işlemini yerine getirecektir (Elmalılı, V, 4150-4151).
Burada söz konusu edilen vâris ismi, “başkasının mülkiyetinde bulunan bir şeye kendisinden sonra sahip olan” mânasına gelmez. Mâlikü’l-mülk olan Allah (Âl-i İmrân 3/26) her zaman kâinatın gerçek sahibidir.
Ancak yer küresi, üzerinde yaşayan insanlara, belki de başka gezegenlerde yaşayan canlılara kendi mülkleri imiş gibi Allah tarafından verilmiştir ve bu durum kıyametin kopmasına kadar devam edecektir.
Cenâb-ı Hak, ihtiyaç sahibi kimselere Allah rızası için ödünç verenleri kendisine ödünç vermiş derecesine yükseltmesi gibi (meselâ bk. el-Bakara 2/245; el-Hadîd 57/11, 18) lutfunun eseri olarak insanları dünya mülkünün sahibi kılmış, kendisini de onlardan sonra vârisi diye nitelendirmiştir.
Esmâ-i hüsnâ hakkında dikkat çekici açıklamalarda bulunan Hattâbî vâris ismini “yaratılmışların hayatı son bulduktan sonra da varlığını sürdüren, elden ele dolaşan insan mülklerini ölümlerinden sonra asıl sahibi olarak geri alan” şeklinde yorumlamıştır (Şeʾnü’d-duʿâʾ, s. 96).
Halîmî vârisi Allah’ı öven sıfatlar arasında saymıştır; çünkü dünyadaki mülk sahiplerinin varlığı o mülklere bağlı iken Allah’ın varlığı herhangi bir şeye bağlı değildir. Gazzâlî, “Mülkiyet ve hâkimiyet bugün kimindir?” sorusunun dünyada kendilerinde mülkiyet ve hâkimiyet vehmeden insanlara yöneltileceğini söyler.
Basîret sahiplerine gelince onlar bu nidânın mânasını her an hissetmekte, ses ve harf bulunmadan onu işitmekte, mülkiyet ve hâkimiyetin her an kahhâr olan tek Allah’a aidiyetini kabul etmektedir.
Bu gerçeği, sadece fiildeki tevhidin mahiyetini idrak edip fiilî mülkiyet ve hâkimiyetin tek varlığa özgü bulunduğunu bilen kimse kavrayabilir (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 160-161).
Kulun vâris isminden nasibi, Allah tarafından kendisine lutfedilen mülkiyet ve hâkimiyet emanetine riayet edip adaletle ve cömertçe davranmak, bunun ebedî mutluluğunu sağlayacağı inancını taşımaktır.
Vâris esmâ-i hüsnâdan âhir, bâkī, hay, kahhâr, mâlikü’l-mülk ve melik isimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur.https://islamansiklopedisi
97-El-Vâris anlamı, mülkün gerçek sahibi olan, mevcut olan her şeyin mutlak sahibi ve hakiki maliki anlamına gelmektedir.
Aynı zamanda tüm varlıkların gerçek ve tek sahibi de denilebilir.
Hicr suresinin 23. ayet-i kerimesi, Vâris isminin bütün yaratılmışlar yok olduktan sonra var
olmaya devam eden ve onlara emaneten verilen bütün mülkleri hâkimiyetinde toplayan şeklindeki
temel iki anlamı da veciz ve etkili bir ifadeyle dile getirir: “Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) …
Mü’minûn / 10. Ayet
Mü’minûn / 11. Ayet
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.
REŞÎD
Sözlükte “doğru yolu bulup onda sebat etmek” anlamındaki rüşd (reşed, reşâd) kökünden türemiş bir sıfat olan reşîd kelimesi “doğru yolda bulunan, doğru ile yanlışı ayırt edebilecek çağa giren” demektir.
Allah’a nisbet edildiğinde “bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı” mânasına geldiği gibi “doğru yolu gösteren, irşad eden” mânasını da içerir (Kāmus Tercümesi, “rşd” md.).
Rüşd kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de hem Allah’a hem insanlara nisbet edilmektedir.
Bir âyette Cenâb-ı Hak kullarına yakın olduğunu ve isteklerine olumlu cevap verdiğini, kendileri de ilâhî davete olumlu cevap verip iman ettikleri takdirde doğru yola girmiş olacaklarını beyan eder (el-Bakara 2/186).
Diğer bir âyette de Allah’ın lutuf ve ihsanının bir eseri olarak imanı Muhammed ümmetine sevdirip gönüllerine yerleştirdiği, küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdiği belirtilmekte, bu niteliklere sahip kimselerin rüşd çizgisi üzerinde bulundukları bildirilmektedir (el-Hucurât 49/7-8).
Kur’an’da reşîd ismi yer almakla birlikte zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmemiştir.
Bunun yanında dört âyetin birinde rüşd (el-Enbiyâ 21/51), üçünde reşed kelimesi Allah’a izâfe edilmiştir (el-Kehf 18/10, 24; el-Cin 72/10). Ayrıca “Allah kime hidayet verirse o hakka ulaşmıştır.
Kimi de yoldan saptırırsa artık öylesini doğru yola yöneltecek birini bulamazsın” meâlindeki âyette (el-Kehf 18/17) mürşid ismi dolaylı olarak Allah’a izâfe edilmiştir.
Reşîd Tirmizî’nin esmâ-i hüsnâ listesinde yer almış (“Daʿavât”, 82), İbn Mâce’de ise râşid şeklinde nakledilmiştir (“Duʿâʾ”, 10).
Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bazı şeyleri uğursuz saymanın temelsiz bir inanç olduğunu söyledikten sonra iyimserliği sevdiğini belirtmiş ve bir iş için evinden çıktığında, “Ey doğru olanı seçen, işini başaran” (yâ râşid, yâ necîh) gibi sözleri duymaktan hoşlandığını belirtmiştir (Tirmizî, “Siyer”, 47).
Yine Resûl-i Ekrem’in İmrân’ın babası Husayn’a tavsiye ettiği şu duada rüşd dolaylı olarak Allah’a nisbet edilmiştir: “Allahım! Bana rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru!” (Tirmizî, “Daʿavât”, 69).
Âlimler reşîd isminin iki farklı mânasına dikkat çekmişlerdir.
Bunlardan biri kelimenin aslına bağlı olarak “fiilleri daima yerinde olan, daima hakka isabet eden” şeklinde ifade edilmiş olup “bütün tasarrufları -herhangi birinin doğrudan veya dolaylı olarak yol göstermesi bulunmaksızın- amaçlarına ulaşan” diye açıklanmıştır.
Diğeri ise irşad kalıbından gelen mürşid mânası olup “her bir varlığa kendi varlık yapısının özelliği ve yaratılış amaçları doğrultusunda yol gösteren, gelişmelerini sağlayan” diye yorumlanmıştır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rşd” md.; Hattâbî, s. 97; Gazzâlî, s. 161).
Reşîdin ikinci mânası her şeyin övgüyle Allah’ı yücelttiği ve iradesinin belirlediği hedefe doğru yol aldığı biçimindeki ilâhî beyanla (el-İsrâ 17/44) uyum halinde bulunur.
Ancak iradeye sahip kılınan şuurlu canlılar bundan istisna edilmelidir. “İnsanların birçoğu Allah’a secde ediyorken birçok kişi de bundan imtina ettiği için azaba müstahak olmuştur” (el-Hac 22/18). Zira Cenâb-ı Hak insanın varlık yapısına hem iyilik hem kötülük yeteneğini yerleştirmiştir (eş-Şems 91/7-8).
Buna bağlı olarak bazı insanlar kendi iradeleriyle reşîd isminin etki alanının dışına çıkmaktadır.
Allah’ın zâtî isim ve sıfatları içinde yer alan reşîd yukarıda zikredilen birinci mânasına göre hakîm, ikinci mânasına göre hâdî ismiyle anlam yakınlığı içinde bulun
kaynak islamansiklopedisi.org.tr/
SABÛR
Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan sabûr “çok sabırlı” demektir.
Sabır terim olarak “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutma” diye açıklanmıştır.
Sabûr Allah’a nisbet edildiğinde “günahkârları cezalandırma konusunda acele etmeyip lutfuyla muamele eden” mânasına gelir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣbr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ṣbr” md.; Kāmus Tercümesi, “ṣbr” md.).
Sabır kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık geçer.
İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da yer alan sabır kavramının anlamlarını üç noktada özetlemiştir.
Birincisi ve en çok kullanılanı “kendini tutma”dır.
İkincisi, “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin” meâlindeki âyette olduğu gibi (el-Bakara 2/45) “oruç”, üçüncüsü de, “Onlar cehennem ateşine karşı ne kadar sabırlıdır!” (el-Bakara 2/175) âyetinde yorumlandığı üzere “cüret”tir (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 387-388).
Kur’an’da sabır başta Resûlullah olmak üzere peygamberlere ve insanlara nisbet edilmiş,
erdemli bir davranış olarak emredilmiş, çeşitli mükâfatlar, dünyaya ve âhirete yönelik iyi
sonuçlar sabra bağlanmıştır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣbr” md.), ancak Allah’a izâfe edilmemiştir.
Bununla birlikte çeşitli âyetlerde başta zalimler olmak üzere kötü insanların davranışlarından Allah’ın asla gāfil olmadığı (İbrâhîm 14/42), bozguncuların fiillerine hemen mukabelede bulunmayı murat etseydi yeryüzünde bir tek canlı bile bırakmayacağı, ancak onları belli bir
zamana kadar ertelediği belirtilmekte, böylece sabır kavramının içeriği dolaylı olarak Allah’a
nisbet edilmektedir (en-Nahl 16/61; el-Kehf 18/58; Fâtır 35/45).
Sabûr, Ebû Hüreyre’den nakledilen esmâ-i hüsnâ listesinde sadece Tirmizî tarafından
zikredilmiştir (“Daʿavât”, 82). Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber
şöyle demektedir: “Başkalarından duyduğu eziyete Allah’tan daha çok sabreden bir kimse yoktur. İnsanlar Allah’a ortak koşup denginin ve çocuğunun bulunduğunu söyledikleri halde O yine de insanları rızıklandırmakta, kendilerine sıhhat ve âfiyet vermektedir” (Müsned, IV, 395; Buhârî, “Edeb”, 71, “Tevḥîd”, 3; Müslim, “Münâfiḳīn”, 49-50).
Kādî Abdülcebbâr, sabır kavramında “belâ ve meşakkatlere göğüs germe” gibi beşerî mânalar bulunduğu gerekçesiyle sabûr isminin Allah’a nisbet edilmesini doğru bulmaz (el-Muġnî, XX/2,
s. 224). Abdülkāhir el-Bağdâdî ise Mu‘tezile’nin bu titizliğine değindikten sonra İslâm
âlimlerinin çoğunun yukarıda sözü edilen hadislere dayanarak sabûru ilâhî isimlerden
saydığını belirtir (el-Esmâʾ ve’ṣ-ṣıfât, vr. 128b).
Gazzâlî, esmâ-i hüsnâ içinde yer alan isim ve sıfatların çoğunun gerçek anlamda Allah’a ait olup
mecazi mânada kula nisbet edildiğini, sabûr ve şekûr gibi bazı sıfatların ise Allah’a mecazen
izâfe edildiğini söylemek suretiyle iki görüşü telif eder (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 84). Âlimler, “günahkârları cezalandırmada acele etmeyen” anlamındaki sabûr ile “sabırlı ve temkinli olup kızgınlıkla muamele etmeyen” anlamındaki halîm isminin muhtevalarında yakın bir ilişki görmüştür.
Ancak sabûr, günahkârın ileride cezalandırılmayacağı hususunu kesinlik derecesinde içermediği halde halîm bu mânayı ifade etmektedir (Hattâbî, s. 97-98; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ṣbr” md.).
Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi mutasavvıf âlimler kişinin sabır alıştırmaları yapmak suretiyle halîm mertebesine ulaşabileceğini söyler.
Sabûr insanla ilgili kevnî isim ve sıfat grubunda yer almakta ve halîm ismiyle anlam yakınlığı
içinde bulunmaktadır (ayrıca bk.
Kaynak islamansiklopedisi.org.tr/sabur