Selamlar…..

Sabah ezanı okunurken penceremi açtım.

Karşıda boydan boya apartmanlar…

Betonun hüküm sürdüğü kasabamın göğe yükselen yeni efendileri…

Ama hemen yanı başlarında, zamana direnen bir bahçeli ev.

Sanki geçmişten kalmış bir kartpostal. Bahçesinden yükselen portakal çiçeği kokusu bizim eve kadar ulaştı.

Derin bir nefes çektim….Ah, portakal bahçeleri!

Bir zamanlar kasabamızın incisi olan o güzelim bahçeler…

Şimdi yerlerinde ne var? İki artı birler, üç artı birler, asansörlü, kapıcı daireli, otoparklı “modern yaşam alanları”…

Ne de maharetlidir bizim insanımız ağaç kesme konusunda!

Gözü gibi baktığı bir fidana rastlamazsın ama bir ormanı yok etmekte üstümüze yoktur.

Eskiden zeytin dağımız vardı mesela; dallarında bereket, gölgesinde huzur saklıydı.

Öğretmenlerimiz bizi oraya pikniğe götürürdü.

Toprağa çıplak ayakla basar, zeytinlerin gölgesinde oyunlar oynardık.

Rüzgâr, dalların arasından geçerken bize eski zamanlardan hikâyeler fısıldardı.

Ama sonra biri çıktı belediye başkanı olarak…

Ne yaptı biliyor musunuz? Koca koca bina diktiler yerine.

Üniversite yapıldı! Bilgi yuvası!

Peki ya zeytinler? Ah, onlar eski çağlardan kalma gereksiz bir ayrıntıydı herhalde.

Köklerinden sökülüp bir kenara atıldılar.

Kimsenin sesi çıkmadı.

Çünkü biz çağın gerisinde kalamazdık! Ağaç mı, beton mu?

Elbette beton! Modernleşiyoruz! Gelişiyoruz! İlerliyoruz!

Zeytin ağaçları mı? Onların kaderi, iş makinelerinin kepçeleri arasında ezilmekti.

O köklü ağaçlar kesildiğinde kimse üzülmedi.

Hatta sevinenler bile oldu! “Ne güzel,  kasaba büyüyor artık burada büyük derslikler olacak!” dediler.

Kimbilir?O dersliklerde öğrencilere çevre bilinci anlatılır sonra.

Doğaya saygı duymak gerektiği öğretilir.

Hocalar kürsüden “Yeşili koruyalım!” diye seslenir.

Bir zamanlar mezarlığın ortasında koca bir dut ağacı vardı.

Dalları geniş, gölgesi serin…

Öyle bir ağaçtı ki, mevsimi gelince kuşlar yuva yapar, meyvesinden nasiplenirdi.

Ama bir gün birileri geldi.

Ellerinde baltalar, motorlu testereler…

Ve dediler ki:“Bu ağaç fazla eski. Fazla gereksiz. Keselim gitsin.”

Ne hatıra soruldu, ne hatır bilindi.

Însan insanin  bile  hatır bilmezdi ki, ağacı mı bilsin?

 “Bu ağacın dallarında kuşlar yuva yapardı.” desek, gülerlerdi heralde.

Birkaç saat içinde iş bitti.

Ağaç gitti, dalı bitti, gölgesi gitti.

Kuşlar döndüğünde yuvalarını bulamadılar.

Ama kimsenin umurunda olmadı.

Çünkü bizim insanımızın düşündüğü şey başkaydı:

“Bu alanı düzleyelim, şöyle güzelce taş döşeyelim. Modern olsun.”

Kestiğiniz her dal, aslında kesilmiş bir hatıradır, ama siz hatır nedir bilir misiniz?

Ve öyle de yaptılar.

Üzerine bir de tabelaya koca harflerle yazdılar:

“ÇEVRE DÜZENLEME ÇALIŞMASI YAPILMIŞTIR.”

İronik olan şu ki, o ağaç gidince mezarlık daha bir sessizleşti.

Kuşlar susunca, insanlar da sustu etrafinda.

Ama kimse fark etmedi.

Yılların kavak ağacının hemen yanına beton elektrik direği dikmişler mesela, estetikten zerre

nasibini almamış bir ucube gibi duruyor orada.

Kavak ağacı hâlâ orada…

Dimdik, vakur, zamana direnen bir anıt gibi.

Bir zamanlar altında bir çeşme vardı bizim çoçuklugumuzda.

Serin sular akardı gürül gürül…Bizler etrafinda oynardik.

Yolcunun susuzluğunu dindirir, yorgun gönüllere ferahlık verirdi.

Bir düşünun, şimdi o çeşme olsaydi  onarılsa, eski günlerdeki gibi berrak sular aksa…

Kasabanın simgesi olsa yeniden.

Gelen geçen durup bir yudum içse, hatıralara dokunsa,dua etseler.

Ama nerde o incelik, nerde o eski ruh?

Şimdi kavak yalnız.

Rüzgârda hüzünle sallanıyor.

Sanki eski dostunu bekliyor…

Ama onun yanında yükselen beton yığını kasabanın yeni ruhunu simgeliyor sanki.

İnsanların vicdanı da o direk gibi taş kesmiş zaten, ne hatır dinler ne de doğanın güzelliğini umursar.

Ben bunları neden anlatıyorum şimdi?

Bayram yazısı yazacaktım aslinda…

Pencereye kapattim  usulca  

Namaz vaktiydi

Selam ve dua ile

𝓗𝓪𝓴𝓲𝓶𝓮 𝓖𝓾𝓵𝓼𝓾𝓶 𝓗𝓲𝓬𝓻𝓮𝓽