𝒮ℯ𝓁𝒶𝓂𝓊𝓃𝒶𝓁ℯ𝓎𝓀𝓊𝓂 𝒸𝓊𝓂𝓁ℯ𝓉ℯ𝓃…
Türkiye’de konuşmak, bir yaşam biçimi.
Hayır, öyle sıradan bir konuşmaktan bahsetmiyoruz.
Burası öyle bir ülke ki, konuşmak bir refleks olmuş artık.
Nefes almak gibi, göz kırpmak gibi, hatta bazen düşünmekten bile önce gelen bir hareket.
Düşünmeden konuşmak, düşünmeden yorum yapmak… Baya milli sporumuz gibi.
Herkes konuşuyor:
Şehirli konuşuyor, köylü konuşuyor.
Okumuş konuşuyor, okumamış konuşuyor.
Çocuk bile konuşuyor; ama öyle “çocukça” da değil,
Hani beklersin ki çocuk dediğin masum masum dondurma ister, “bugün oyun oynayalım mı?” der falan… Yok!
Bu çocuklar öyle değil.
Bazen öyle laflar ediyorlar ki, bir durup suratına bakıyorsun:“Oğlum sen kaç yaşındasın ya?”
“Yedi.”
“Sen bu lafı nereden duydun?”
“Annem geçen gün komşuya böyle dedi.” Ve çocuğun yüzüne baka kalıyorsun.
Masum gözleri, peltek konuşması, elinde çikolata…
Ama bir cümle kuruyor ki, yeminle 60 yaşında apartman dedikodularına hâkim bir teyzeden hallice.
Böyle sanki çocuk değil, mahalle yönetim kurulu başkanı.
Şaşırıyorsun. Sadece şaşırmakla kalmıyor, bir an çocukla değil de haber programı sunucusuyla
konuşuyormuş gibi hissediyorsun.
Yani düşün, sen daha “karpuzun çekirdeği yutulunca ağaç olur mu?” seviyesindeyken,
bu çocuklar “toplumsal çözülme, mahalle baskısı ve gıybetin sosyolojik etkileri” hakkında konferans
veriyor neredeyse.
Yaaaa abartmiyorum:(
Yani bizim ülkede “susmak” adeta şüpheli bir hareket.
Mesela bir ortamda sessizsen, hemen biri döner:
“Hayırdır, bir şey mi var? Hasta mısın? Kavga mı ettin?”
Kimse akıl edemiyor ki: Belki de insan sadece konuşmak istemiyordur.
Belki de “konuşulacak şey değil bu” diyordur.
Ama yok. Sustun mu, mutlaka altında bir şey aranıyor.
Konuşmuyorsan, kesin saklıyorsun bir şey.
Peki insanlar ne konuşuyor?
Her şeyi.
Öleni konuşuyor, diriyi konuşuyor.
Ünlüsünü konuşuyor, komşusunu konuşuyor.
Hatta o kadar ileri gidiyor ki, bazıları Allah’ın bile “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme”
dediğini duymamış gibi davranıyor. Ayet var ayet! Hani “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına
düşme. Çünkü kulak, göz, kalp… Hepsi ondan sorumludur.” (İsra Suresi, 36)
Ama nerdeee! Bizde her şeyin uzmanı bol.
Cenazeye katılmamış ama “Onun nasıl biri olduğunu ben iyi bilirim” diyen mi istersin…
İnsan henüz soğumamışken “Zaten bilmem kimin hakkını yemişti” diye açılışı yapan mı…
Hele şu “ölünün arkasından konuşulmaz” lafı…
Valla bu cümle Türkiye’de bir şehir efsanesi gibi.
Herkes duymuş ama kimse uygulamıyor üstüne selfi bile çekilenleri görüyorsunuz haberlerde.
Öyle ki, bazıları için ölmek, yaşarken yapamadıkları dedikoduları arkandan rahat rahat yapmaları
için bir davetiye gibi. “Artık cevap veremez, şimdi sıra bizde!” kafası…
Bak bir müftü bile çıkıp Volkan Konak hakkında konuşuyor.
Hani şu cuma hutbelerinde “ölünün arkasından konuşmak günahtır” diyen müftülerden biri.
E madem bu kadar kolay vazgeçiyoruz ilkelerimizden, bari hutbeleri TikTok formatında verin de,
herkes izlerken filtre ekleyip eğlensin! İslam’da ne diyordu hadis-i şerifte?“Ya hayır konuş ya sus.”(Buhari, Müslim)
Ama bizimkiler bu hadisi şöyle çevirmiş: “Ya konuş ya da daha çok konuş.”
Hatta mümkünse canlı yayında, ya da hiç olmadı yorumlarda caps lock açık şekilde…
Peki neden böyleyiz?
Çünkü bizde konuşmak sadece ifade değil, güç.
“Ben her şeyi bilirim” imajı önemli.
Konuşarak var oluyoruz. Bilmediğimiz konuda konuşarak bile…
Konuşmasak eksik hissediyoruz kendimizi. Sanki susarsak silineceğiz, unutulacağız.
Sanki “sessizlik” bir çeşit ölümmüş gibi.
Ama kimse demiyor ki: “Belki de susmak en büyük saygıdır.”
Özellikle de kendini savunamayacak biri hakkında konuşurken…
Özellikle de bu dünyadan göçmüş birinin ardından…
Ama yok, bizde susmak yerine her cümle bir mahkeme kararına dönüşür:
“Zaten o şöyleydi.” “Bakma sen öyle göründüğüne.” “Allah affetsin ama…”
Bakın, “ama”dan sonra gelen hiçbir cümle temize çıkarmaz kimseyi.
Ne ayet, ne hadis, ne vicdan…
Susmak, artık bir meziyet değil.
Ama bir gün konuşmayanlar konuşulacak.
Gıybet etmeyen, iftira atmayan, haddi bilen…
Eğer bir gün hesap gününde — ki inananlar için vardır — o gün bize ilk olarak ne söylediğimiz
değil, ne söylemediğimiz sorulacak gibi geliyor.
Kimi sustuk, kimi susturduk…
Kimlerin ardından konuştuk, kimlerin ardından konuşturmadık…
Ve belki de o gün,
O zaman gerçekten ne konuştuğumuz değil, neyi konuşmadığımız sorulacak bize.
Ve işte o zaman, keşke biraz daha az konuşsaydık, diyeceğiz.
“Keşke biraz daha az konuşsaydım” diyenler kazanacak.
Belki de ilk kez sessizlikle yüzleşeceğiz.
Ama iş işten geçmiş olacak.