Bugün herkesin dilinde aynı şehir: Mardin.
Bir dizi çıktı, adı “Uzak Şehir”. Ekranlarda rüzgâr estiriyor. Ve bir anda Mardin, gündemin tam ortasında.
Oteller doldu, sokaklar kalabalık. Herkes dizinin geçtiği yerleri görmek, başrollerin yürüdüğü taş sokaklarda poz vermek için orada.
Ama soralım kendimize: Kaç kişi o taş sokakların tarihini biliyor?
Kaçı, o evlerin içinde yaşanmış gerçek hikâyelere kulak kabartıyor?
Mardin, sadece bir dizi seti değil. Mardin, Nobel ödüllü bilim insanı Aziz Sancar’ın memleketi. O topraklarda yetişen nice öğretmenin, sanatçının, düşünce insanının şehri.
Ama ne yazık ki ilgimiz yüzeysel. Gündemle sınırlı. Reyting süresi kadar kalıcı.
Bir diziyle gelen ilgi, bir süre sonra sessizliğe karışıyor. Şehir, o eski yalnızlığına dönüyor. Arkada sadece bol filtreli fotoğraflar kalıyor. Gerçek bir bilgi, kalıcı bir iz yok.
Bu bir tanıtım değil aslında; bu bir tüketim şekli.
Kültürü anlamıyoruz, yaşıyor gibi yapıyoruz. Değerlere dokunmuyoruz, onları dekorlaştırıyoruz.
Ve sonunda olan, şehirlere oluyor.
Bir şehir, bir dönemin trendi oluyor. Sonra o trend bitiyor. Geriye ne kalıyor?
Oysa şehirler dizilerle değil, insanlarıyla tanınmalı. Gerçek hikâyeleriyle, üretimiyle, bilgisiyle.
Hiç kimse çıkıp demiyor ki:
“Ben Mardin’e Aziz Sancar’ın izinden gitmek için geldim.”
Onun yerine sadece şu cümle duyuluyor:
“Dizideki kahve burası mı? Hadi bir fotoğraf çekelim.”
İşte popüler kültürün acı gerçeği burada saklı.
Şehir tanıtılmıyor aslında; şehir tüketiliyor. İçi boşaltılıyor. Dizi bitince, herkes dönüp gidiyor.
Mardin ise orada kalıyor. Sessiz. Gerçek. Değeri anlaşılmamış bir şekilde.
Oysa şehirler, ekranlardan değil; insanlardan öğrenilir.
Bir gün belki, Aziz Sancar’ın izinden yürümek için de otobüsler kalkar.
Çünkü bilim, bir senaryo değil; bir çabanın, bir emeğin, bir eğitim yolculuğunun ürünüdür.
Ve unutmayalım:
Uzak şehirler, dizilerle değil; gerçek insanlarla tanınmalı.
Yoksa her şey sadece bir “sahne dekoru”ndan ibaret kalır.
Şimdi soracak olursanız: “Sen de bakmıyor musun bu diziyi?”
Yok, ben o sırada belgesel izliyordum falan demeyeceğim tabii ki!
Kendimi sorguluyorum…
Mardin sadece “Uzak Şehir” dizisinden mi ibaret?
Yoksa o taş sokaklarda, tarihin derinliklerinde gerçek bir hikaye var mı?
Bir yanda ekranlar, bir yanda gerçekler…
Ve belki de sorulması gereken soru şu:
Mardin’i, dizilerde gördüğümüz kadarıyla mı tanıyoruz, yoksa gerçekten o şehri derinlemesine
keşfetmeye mi başladık?
Bir şehir, gerçek kahramanlarıyla tanınmalı.
Ama biz ne yapıyoruz? Bir dizinin dekoru haline getiriyoruz.
Ve sonra… unutuveriyoruz.
Ama yine de…
Her şeyin ötesinde, gerçek olanı unutmadığımız sürece, ekranlar bir yana, şehirler bir yana…