Herkese değil — ama herkese rağmen.

Bazen biri “Hayatta kimseye güvenmeyeceksin” dediğinde içimden hafifçe gülümsemek geliyor.

Çünkü bu söz hem çok iddialı, hem de çok yaralı bir yerden geliyor.

Evet, güven kolay kırılır.  Evet, bazı insanlar güveni hak etmez.

Ama yine de güvenmeden yaşanır mı? Însan kalbini tamamen kapatıp nasıl huzur bulur?

Güveneceğiz elbette. Ama düşünerek. 

Kime, ne kadar ve kaç defa güveneceğimizi bilerek.

Güven uzun yıllar boyunca bize “temiz kalmanın” karşılığı gibi anlatıldı.

Güveniyorsan iyisin, güven veriyorsan değerlisin…

Ama yaş aldıkça ve insanı tanıdıkça anladık ki mesele sadece iyi olmakta değilmiş; mesele iyiliği nerede, nasıl ve kimde taşıdığında saklıymış.

İnsanlarla yaşadıkça gördük ki çoğu zaman kusur aranıyor.

Söylediğin sözden, yaptığın işten, yüzündeki ifadeye kadar herkesin gözü bir eksik, bir yanlış aramakta.

Kalbine bakmıyorlar; niyeti değil, hatayı büyütüyorlar.

Ve ne yazık ki bu, çok sık rastlanan bir huy.

Güvenini suistimal eden, samimiyetine şüpheyle yaklaşan, en küçük hatayı bile “işte aslı buymuş”

demek için bekleyen insanlar az değil.

Bir dönem kapımız kilitsizdi  sadece gerçek anlamda değil, mecazen de.

Kalbimiz açıktı, niyetimiz açıktı.

Herkesin bizim gibi düşünmesini, bizim gibi iyi niyetli olmasını bekledik.

Ama öğrendik ki, herkes senin kadar iyi düşünmez.

Bazıları içeri girmek için değil, içeride ne bulurum diye gelir.

Bazıları senin açık kapını, zafiyet sanır.

Ve işte orada başlıyor farkındalık.

Güvenin koşulsuz olmaması gerektiğini öğrendik.

Zarar gördükten sonra değil, görmeden önce fark ettik bazı şeyleri.

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Eşeğini bağla, sonra tevekkül et” sözü, sadece dünyevi bir tedbir değil, aynı zamanda bir hayat felsefesidir.

Güvenmek güzeldir, ama tedbirsiz güven saflıktan öteye geçmez.

İnsan önce kendi sınırlarını çizmeli, sonra başkasının niyetine açık olmalı.

Ama işte burası çok kıymetli: Tedbir almak, güven duygusunu kirletmemeli.

Çünkü güven hâlâ en değerli şey.

İyiliği elden bırakmak değil mesele, iyiliği kime ve nasıl gösterdiğini bilmek…

Kötü niyetli insanlara rağmen iyiliğini korumak, bu zamanda en büyük cesarettir.

Herkes seni kandırmaya çalışırken, sen hâlâ dürüst kalabiliyorsan; herkes kusur ararken, sen hâlâ

öz arıyorsan — işte gerçek karakter orada başlıyor.

İşte o zaman anlıyorsun:  İyilik, hak edene yapılmalı.  Güven, gelişigüzel değil, bilinçle verilmeli.

 Bu demek değil ki artık kimseye güvenmeyeceğiz.  Hayır, güvensizlik insanı yalnızlaştırır.

Mesele, kime ve nasıl güveneceğini bilmektir.

Artık biliyoruz: Güvenmek, herkese inanmak değil; herkese rağmen kendin gibi kalabilmektir.

Çünkü güvenmek bir zafiyet değil, bir seçimdir.

Bilinçli, ölçülü, ama yüreği kaybetmeden yapılan bir seçim.

Ve bazen, kötüye rağmen iyi kalabilmek, en büyük iyiliktir.

Bu yüzden biz hâlâ güveniyoruz.

Herkese değil — ama herkese rağmen.

Çünkü biz kötü niyetlilere rağmen içimizi kirletmemeye kararlıyız.

Hâlâ biriyle göz göze geldiğimizde “iyi ki” diyebileceğimiz insanlar olsun istiyoruz hayatımızda.

Güvenmek kolay değil, ama güvenilir kalmak hâlâ çok kıymetli.

Bir Vicdanın Sükûtu, Bir Mü’minin Hicabı

Bazı insanlar vardır, sadece adlarıyla bile insana vakar ve adalet hissi verirler.

Onların bir bakışı, bir sözü, bir duruşu nice ciltlik nasihatten daha etkili olur.

Hazret-i Ömer (radıyallahu anh) işte böyle biriydi.

Halifeydi… Devletin başıydı…

Ama ondan daha ötesi, Allah’tan korkan, kuldan utanan bir kalbin sahibiydi.

Bir gün Medine çarşısında dolaşırken, yolun ortasında duran bir adam gördü.

Elindeki kamçıyı hafifçe sallayıp:

Ortada durma, yolu aç!” dedi.

Kamçı, adamın –Seleme bin Ekvâ olduğu rivayet edilir– elbisesine dokundu.

Ufak, geçici, önemsiz görülebilecek bir temas…

Seleme bir şey demedi.

Belki o bile fark etmedi. Ama o kamçı, Hazret-i Ömer’in yüreğine dokundu.

Geçip gitmedi.

Aradan bir yıl geçti.

Hazret-i Ömer, Seleme’yi tekrar gördü.

Bu defa başka bir niyetle yaklaştı:

“Seleme, hacca gitmek ister misin?”

Seleme şaşırdı ama sevinçle cevap verdi:“Evet, isterim.”

Hazret-i Ömer onun elinden tuttu, evine götürdü.

İçinde 600 dirhem bulunan bir kese verdi:

“Bunları hac yolunda kullanırsın.

Ve bil ki, bu dirhemler sana o gün elbisene değen kamçının karşılığıdır.”

Seleme, durumu bile hatırlamıyordu:

“Ey Mü’minlerin Emiri! O meseleyi hatırlamıyorum bile…” dedi.

Hazret-i Ömer’in cevabı bir ömür unutulmayacak türdendi:

“Ama ben hiç unutmadım…”

Bakın , mesele kamçı değil.

Mesele bir elbise ucuna değen deri parçası da değil.

Mesele yüreğe dokunan bir hassasiyet, adaletten taviz vermeyen bir vicdan.

Mesele kul hakkını, Allah katında büyük bir emanet bilmek…

Hazret-i Ömer gibi bir önderin, bir halifenin, kendince küçük ama Allah nezdinde büyük olabilecek

bir davranışın hesabını titizlikle düşünmesi, bize neyi gösteriyor?

Günümüzde nice hakkı yiyoruz: Kalpleri kırıyoruz, söz hakkını çiğniyoruz, insanların onurunu zedeliyoruz…

Sonra da arkamıza bile bakmadan “Ne olmuş ki?” deyip geçiyoruz.

Unutuyoruz…

Oysa Hazret-i Ömer unutmadı.

Çünkü onun yüreğinde Allah korkusu vardı.

Çünkü o biliyordu ki, yarın mahşer günü herkes kendi hesabının peşinde olacak.

Ne makam, ne mevkî, ne unvan fayda edecek.

Orada sadece temiz bir kalp, helalliği alınmış bir hak, titreyen bir vicdan geçerli olacak.Hazret-i Ömer’in kamçısının elbiseye teması bile onun yüreğini sızlatıyor.

Bugün ise insanlar başkalarının hakkını bilerek gasp edebiliyor, hatta bunun üzerinde düşünme gereği bile duymuyor.

Hak, küçük-büyük diye ayrılmaz; önemli olan Allah katındaki değeridir.

Şimdi bu hikâyeden çıkarmamız gereken bazı temel ders nelerdir?

Oysa kul hakkı, Allah’ın affetmeyeceği haklardandır; yalnız helallik ile kapanır.

Hazret-i Ömer’e Seleme bir şey demedi.

Ne uyarı aldı, ne şikayet edildi.

Ama vicdanı onu bir yıl boyunca susturmadı.

Çünkü gerçek adalet, dış baskıdan değil, iç sorumluluk duygusundan doğar.

Seleme olayı unutmuştu ama Hazret-i Ömer unutmadı.

Günümüzde insanların “ben unuttum”, “niyetim kötü değildi” demesi yaygın.

Ancak bu hikâye bize gösteriyor ki: “Mazur görülen değil, telafi edilen hatalar kıymetlidir.”

Kamçı ucu kadar basit bir teması bile Hazret-i Ömer önemsemişti.

Çünkü o biliyordu ki:“Adaletin büyüklüğü, küçük şeyleri bile ciddiye almakla başlar.”

Hazret-i Ömer’in davranışının temelinde yatan en büyük sebep: Allah korkusu ve hesap günü bilincidir. Bu şuuru taşıyan biri, kimsenin kalbini kıramaz, hakkını yiyemez, zulmedemez.

Bugün makam sahipleri güç gösterisi peşindeyken, Halife Ömer kamçıyla temas ettiği kişiden helallik almayı görev biliyor.

Demek ki: “Liderlik, insanları ezmek değil; insanlara karşı sorumluluk taşımaktır.”

Bir yıl sonra da olsa, geçmiş bir meseleyle yüzleşmekten kaçınmayan Hazret-i Ömer, bize diyor ki:“Geçmişteki hataları unutmak kolaydır, ama affedilmediği sürece seni bırakmaz.”

Sen bu olaydan en çok hangi duyguyu veya dersi çıkardın?

Allah Rahmet Eylesin

Dün televizyondan öğrendik… Sırrı Süreyya Önder Hakk’a yürümüş.

Sözüne güvenilir, kalbiyle konuşan, vicdanıyla hareket eden bir insandı.

Makamı ne olursa olsun önce insan olmayı bildi.

Hiçbir zaman halktan kopmadı, hiçbir zaman susması gereken yerde susmadı.

Adaletin, barışın, onurun dili oldu.

Kendisine Allah’tan rahmet; ailesine, dostlarına ve tüm sevenlerine sabır diliyoruz.

Biz onu iyi biliriz… Ve iyi insanlar unutulmaz.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Mekânı cennet, makamı âli olsun.

Biz onu iyi biliriz… Ve iyi insanlar unutulmaz.

Allah en iyi bilendir.

𝓗𝓪𝓴𝓲𝓶𝓮 𝓖𝓾𝓵𝓼𝓾𝓶 𝓗𝓲𝓬𝓻𝓮𝓽