Eğer su konuşabilseydi, şüphesiz sadece susuzluğu değil, insanın içindeki kuraklığı da söylerdi.
Şaşırmazdık belki, çünkü suyu sadece bedeni arındırmak için kullandık hep.
Oysa su, çok daha fazlasını istiyordu: Kalbe dokunmayı…
Onu durultmayı, arındırmayı…
Ve belki de şöyle fısıldardı kulağımıza:
“Elini yüzünü değil, önce kalbini yıka…”
Çünkü en çok kalpler kirleniyor bu çağda.
Gözler yalanla, eller hırsla, diller kinle dolarken; en derindeki yer, kalp, unutturuluyor bize.
Oysa ne kadar dışımızı süslersek süsleyelim, içimiz pusluysa güzelliğin anlamı kalmıyor.
Su, duruluğun sembolüdür.
Temizliğin, berraklığın ve hayatın kendisidir.
Ama aynı zamanda sabrın da öğretmenidir.
Taşlara çarpa çarpa yolunu bulur, engellere takılsa da durmaz.
Belki de kalbi yıkamak da su gibi olmalı: Nazik ama kararlı, sessiz ama derin…