Haset aslında insanın iç dünyasında sessizce büyüyen bir duygudur. Kökenine baktığımızda, ilk olarak rekabet duygusu ve karşılaştırma eğiliminin önemli bir rol oynadığını görürüz. İnsan, ister istemez kendini başkalarıyla kıyaslar. “Onda var, bende neden yok?” sorusu zihnin derinliklerinde yankılanır ve bu da kıskançlıkla karışan bir haset duygusunu doğurur.
Bununla birlikte, duygusal tatminsizlik ve güvensizlik de haseti besleyen önemli unsurlardandır. Kendi değerini yeterince hissedemeyen, içsel olarak doyuma ulaşamayan bir kişi, başkasının mutluluğunu ya da başarısını tehdit gibi algılayabilir.
Toplumun da bu noktada payı büyüktür. Toplumsal baskılar ve değer yargıları, kişiyi sürekli bir yarışın içinde hissettirebilir. Başarı, zenginlik ya da statüye fazla anlam yüklendiğinde, insanlar kendilerini eksik görmeye daha yatkın hale gelir.
Elbette bu duyguların kökeni çoğu zaman çocuklukta alınan çevresel etkilere kadar uzanır. Aile içinde sürekli kıyaslanmak, sevgiyi koşullu görmek ya da değersiz hissettirilmek, ilerleyen yaşlarda hasede zemin hazırlayabilir.
Ve belki de en önemlisi, manevi değerlerden uzaklaşma… Kişi kalbini besleyen maneviyattan uzaklaştıkça, şükür ve kanaat duygusu da zayıflar. O zaman da göz, hep başkasının elindekine kayar.
Sonuçta haset, sadece bir duygu değil; insanın kendisiyle, çevresiyle ve değerleriyle kurduğu ilişkinin bir yansımasıdır.
Haset, insanın ahlakını zayıflatır, kalbine huzursuzluk verir ve sosyal ilişkilerini bozar. Toplumsal birlik ve beraberliği zedelediği gibi haksızlık ve zulme de yol açabilir. İslam ahlakına aykırı olan haset, kişiye ahirette de zarar verir. Peygamber Efendimiz (SAS) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Haset, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi amelleri yer bitirir.” (Ebû Dâvud)