Kapıdan içeri adımımı attığım anda dışarıdaki rüzgârın soğukluğu üzerimden kayboldu.
Raflardan yayılan o tanıdık plastik ve kâğıt kokusu, sanki çocukluğumdan kalma bir anıyı usulca önüme serdi.
O sırada arkamdan üç genç erkek çocuk içeri girdi.
Enerjileri, mağazanın sessizliğini bir anda değiştirdi; neşeleri, biraz da arsızlıkları, hayatın kendisiydi sanki.
Ben oyuncakların olduğu bölüme yöneldim.
Onlar da biraz geriden aynı yöne yürüdüler, küçük aralıklarla gülüşüyor, aralarında şakalaşıyorlardı.
Raflara göz gezdirirken kulaklarıma birinin sesi çalındı:
“Ben senden korkmuyorum artık,” dedi biri.
Diğeri kahkahayla karşılık verdi: “Öyle mi? Şimdi benden korkmuyor musun yani?” Diye arkadaşının üzerine yürüdü.
Kavga yoktu; sözlerinde bir meydan okuma değil, saf bir oyun vardı.
Sadece gençliğin kendine has cüretini taşıyorlardı.
Ses tonları dışarıdan sert gelebilirdi ama gözlerinde ışık, gülüşlerinde sıcaklık vardı.
O an, hayatın ne kadar basit ve güzel olduğunu hissettim.
Hem oyuncaklara bakıyor hem de onları takip ediyordum.
“Gençler, biraz sessiz olun. Arkadaşın senden korkmadığını söylüyor, ne güzel aslında sevinmelisin.
Çünkü önemli olan korkulmak değil, sevilmek. Korku geçer… ama sevgi kalır.
Yani, korkulan biri olmaya çalışmayın; sevilen biri olmaya çalışın.”diyecektim ki ortamın havası bir anda değişti.
Elli, belki altmış yaşlarında bir adam kapıdan girer girmez yanlarına yaklaştı.
Sesi mağazanın duvarlarında yankılandı:
Çocuklar aniden sustu.
İçlerinden biri gözlerini adamın gözlerine dikti.
Sesi ne öfkeliydi ne de korkak—sadece gençliğin o içten, doğrudan hâliyle söyledi:
“Amca, biz oynuyoruz… sen ne karışıyorsun?”
Bu cümle mağazanın içinde yankılandı; havada bir pimi çekilmiş sessizlik gibi asılı kaldı.
Sonra çocuklar birbirlerine baktılar ve hiçbir şey demeden çıktılar gittiler…
Adamın yüzü bir anda gerildi; kendi devrinin çocuklarıyla karşı karşıya olduğunu sanıyor olmalıydı.
Bir yandan merak ettim: Acaba bana ne cevap verirlerdi?
Ya da şoke olup bakarlardı, “ Hangi dilde konusyorsun sen mi diyeceklerdi bilemiyorum:)
Nereden çıktı bu kadın?” diye mi düşünürlerdi?
Ben bunları düşünürken, adamın sesi “İşte bunlar böyle!” diye patladı. “Saygı yok, edep yok! Aileleri de öğretmemiş zaten!”
Sesi sadece çocuklara değil, belki de yılların birikmiş kırgınlıklarına çarpıyordu.
O an fark ettim ki adam sadece öfkeli değildi; yorgundu.
Belki hayatın adaletsizliklerinden, belki de kimsenin onu artık dinlememesinden…Kimbilir?
Ama yine de, en çok canımı yakan şey şuydu: Bir insanın, sevgiden bu kadar uzağa düşebilmesi.
Kasaya doğru yürümeye başladım, ama içimde bir şey susmadı.
Adımlarım ağırlaştı; sanki kalbim beni geriye, o sessizliğin ortasına çağırıyordu.
Durdum, derin bir nefes aldım, adama döndüm ve sakin bir sesle dedim ki: Beyefendi…” dedim, sesim sakin ama
yüreğim nasil cesaretliyse “Saygı görmek istiyorsak, önce sevgi göstermeyi denesek…
Dilimize biraz merhamet katsak, kelimelerimizi incitmeden söylesek…
Bir gülümseme de fena durmaz hani, değil mi ama yüzde ?
Bir an sustum, sonra gözlerimi çocukların gittiği kapıya çevirdim: “Siz onlara nasıl davrandıysanız, onlar da size öyle karşılık verdiler.”
Adam ters ters baktı bana; bakışlarında öfke değil, sanki yılların birikmiş kini vardı.
Yolda oynayan çocukları parmağıyla işaret etti. “Bakın,” dedi alaycı bir sesle, “işte savunduğunuz çocuklar!
Görüyorsunuz ya, birbirlerini itip kakıyorlar.”
“Bakın,” dedim, “kendiniz diyorsunuz çocuklar diye… Çocuk onlar.
Hem oynarlar, hem dövüşürler, hem de barışırlar.
Dünyayı ciddiye almazlar bizim kadar; kalpleri çabuk kırılır ama çabuk da unutur.”
Adam sustu bir an, ama bakışları hâlâ sertti. “Bu çocuklara terbiye vermemişler!” dedi dişlerinin arasından.
“Bunlara haddini bildirmek lazım!” Terbiyesizler ….
Kasada aldiklarimiz birakirken…. Sözlerimi ölçmedim, saklamadım — içimden nasıl geldiyse öyle söyledim: “Bu
çocuklara terbiye vermemişler!” dedi. “Bunlara haddini bildirmek lazım!”
“Demek ki sizin de aldığınız terbiyeyi pek işe yaramamış, beyefendi çoçuklarla nasil konusulacagini
bilmiyorsunuz”
Bir an durdu.
Sözlerim sanki duvar gibi çarptı yüzüne. Ne diyeceğini bilemedi.
Ne diyorum ben ya deyip kasada esyalarimi birakiyorum bir yandan
bitmek bilmedi o iki üç esya rüyada gibi uyanmak istersiniz uyanamazsiniz”
Sonra başını çevirdi, homurdanarak uzaklaştı: “Saygısızlar… terbiyesizler…” diye mırıldanıyordu hâlâ.
Kasadakiler bana baktı; kimi başıyla onayladı, kimi fısıldadı: “Doğru söylediniz, hanımefendi.”
Ama o an içimden geçen sadece şuydu: Bizde herkesin bir sözü var, ama kimse kimseyi dinlemiyor.
Herkes haklı, herkes kendince doğru, ama kimse anlamaya yanaşmıyor.
kasaya geçtim ; içimde bir sessizlik, bir yorgunluk…
Ama yine de şunu düşündüm: Belki bir gün, biz büyükler de biraz çocuk olmayı yeniden öğreniriz.
Şenol yanımda yoktu. Onun huyunu bildiğim için, o an orada olsaydı muhtemelen sessiz kalırdım.
Olaydan sonra arabaya bindim, derin bir iç çektim. “Hayrola?” dedi Senol, “Çok kalabalık mıydı?” “Yok,” dedim,
“kalabalık değildi…”
Tam o sırada caminin önünden geçiyorduk.
Bir baktım, içerideki çocuklar abdest alıyor.
İkindi ezanı yeni okunmuştu:)
Birden içimi bir huzur kapladı. “Şükür, elhamdülillah…” dedim kendi kendime.
Arabanın camından dışarı baktım; çocukların yüzleri tertemizdi, gözlerinde sevinç vardı.
O an içimden sadece şu geçti: “Allah hidayetlerini artırsın.”
Eve geldik. Olan biteni Şenol’a anlattım.
Dinledi, sonra gülmeye başladı. “Sen var ya,” dedi, “bir gün de gittiğin yerden olaysız gel.” “
Ne yapayım Şenol,” dedim, “dayanamadım… Haksızlığa sessiz kalamıyorum.”
Aslında adama da üzüldüm. Yeni jenerasyon… Onları anlamak kolay değil.
Şenol bildiğin gibi değil, Allah kalplerine rahmet versin.
Bizler hep “büyük” deyip susardık.
Biz mi yanlızdık, yoksa doğruları söylemek mi zor…
Bunu hâlâ çözemedim.
Şenol başını iki yana salladı, gözlerinde hem anlayış hem de hüzün vardı. “Biliyorum,” dedi, sessizce.
Selam ve dua ile