Bir yazı okudum, paylaşmak istedim.
Düşünceler bana uzak değil ama tam olarak da bana yakın sayılmaz.
Buyurun, birlikte okuyalım.
“60 yaşındayım.
Uzun yıllardır yalnız yaşıyorum ve yaşlandıkça insanların beni ziyaret etmesinden
hoşlanmadığımı daha çok fark ediyorum.
Her zaman böyle değildi.
Gençken misafir ağırlamayı severdim.
O zamanlar bu bana doğal geliyordu: Evin açık olması, kapıların hep ardına kadar açık olması, mutfakta yemek kokusu, kahkahalar, gece geç saatlere kadar süren sohbetler.
Büyük bir sofra kurar, bulaşıkları toplar, herkesi ağırlar, insanların evimde rahat hissetmelerinden mutlu olurdum.
Elbette yorgundum ama bu hoş bir yorgunluktu.
Kendimi işe yarar hissediyordum.
Ama zamanla her şey değişti.
Yıllar geçtikçe evimin benim alanım olduğunu daha derinden hissetmeye başladım.
Artık kimseyi, hatta akrabalarımı bile içeri almak istemiyorum.
Telefon çalıp “Seni görmeye geleceğiz” dediklerinde içimde bir ağırlık beliriyor.
Hemen huzursuzlanıyorum: Neden? Ne kadar kalacaklar? Ne konuşacağım, ne yapacağım?
Kaçmak, bir bahane uydurmak istiyorum.
Birinin varlığı düzenimi bozuyor.
Evdeki her şey bana göre yerli yerinde; bir fincanın, bir sandalyenin yeri bile önemli.
Fakat biri gelip o fincanı yanlış yere koyduğunda, sandalyeme oturduğunda ya da buzdolabını
açtığında, dışarıdan önemsiz görünen bu hareketler içimde büyük bir sarsıntı yaratıyor.
Sanki nefesim kesiliyor.
Çocuklarım geldiğinde durum biraz farklı.
Onları özlüyorum, bekliyorum.
Ama yine de içimde bir endişe oluyor: Rahat edecekler mi? Yemeği sevecekler mi? Her şey yolunda mı?
Hep tetikteyim.
Onlar gittikten sonra ise derin bir oh çekiyorum.
Yeniden kendim oluyorum.
Evde eski sabahlığımla dolaşmak, mutfakta sessizce oturmak, acele etmeden çay içmek bana iyi geliyor.
Yalnız kalmak beni sakinleştiriyor.
Yaş aldıkça insanların fark etmediği bir şey var: Etkileşim kurmak, sohbet etmek, gülümsemek,
“ev sahibi” rolünü taşımak enerji istiyor.
Gençken doğal olan bu çabayı artık göstermek istemiyorum.
İçim boşken misafirpervermiş gibi davranmanın ağırlığını taşımak istemiyorum.
Yalnızken çok daha huzurluyum.
Çocuklarımla telefonda konuşabiliyor, bir kafede bir arkadaşla buluşabiliyor, parkta yürüyebiliyorum.
Ama evim…
Evim artık neredeyse kimseye açık değil.
Bir dönem bunun normal olmadığını düşündüm.
Belki yaşlandım, belki yalnızlığa alıştım diye kendimi sorguladım.
Sonra fark ettim: Bu bir hastalık değil.
Bir kapris değil.
Bu benim hakkım.
Evim benim alanım, beni yansıtan tek yer. Oraya kimin gireceğine karar verme hakkı da bana ait.
Ve çoğu zaman bu karar: hiç kimse.
Bazen insanlar “Ama sonunda yalnız kalırsın” diyor.
Zaten yalnızım, ama bu yalnızlık bana huzur veriyor.
Elbette arada konuşmak, birine sarılmak istiyorum.
Fakat bunun başka yollarını buldum.
Evimi ise kendime saklıyorum.
Bu başkalarına tuhaf gelebilir. “Yaşlılık insanı içine kapatır” derler belki.
Ama belki de tam tersidir: Olgunluk.
Yıllarca başkaları için yaşadım, uğraştım, ev sahipliği yaptım, koşturdum
. Şimdi sıra bende.
Kendim için yaşamak istiyorum.
Ve düşünmeden edemiyorum: Bu hissettiğim yalnızlık ve yorgunluk bir zayıflık mı, yoksa benim yaşıma gelmiş biri için kendidünyasını koruma isteğinin doğal bir sonucu mu? (ALINTI bir yazi )
Yazılanlar, kişinin kendini tamamen yalnızlığa çekmesini ve kimseyi hayatına almak istememesini anlatıyor.
Fakat kalabalığı seven biri olmasam bile bu düşünceler bana ürkütücü geldi.
Evime insanlar geleceğini duyduğumda içimde hemen bir huzursuzluk beliriyor:
“Ne kadar kalacaklar? Ne konuşacağım, ne yapacağım?”
Bazen kaçmak, bir bahane bulup uzaklaşmak istiyorum.
Bu düşüncelere kısmen katılıyorum ama kısmen de kararsız kalıyorum; tam olarak ne hissettiğimi ben de çözemiyorum.
Zaman zaman huylarını bildiğim bazı kişilerle aynı ortamda bulunmak çok yorucu geliyor.
Yiyip içip sonra arkadan dedikodu yapacaklarını bildiğim için içim soğuyor.
Davranışlarına bakınca ne kadar cibilyetsiz olduklarını görüyorum ve bu da onlara karşı içimde bir mesafe ve soğukluk oluşturuyor.
Ama öyle zamanlar da oluyor ki, biri yanımda bir ayet hakkında konuşuyor, bir hadisten söz ediyor veya sahabeden
bahsediyor; işte o anda saatlerce oturabilir, konuşabilir, zamanın nasıl geçtiğini fark etmeyebilirim.
Bazen ise, telefonun ya da televizyonun yarışmalarına dalıp gidiyoruz; sonra kendime kızıyorum, pişman oluyorum.
İşte bu duygular, bazen insanlarla olmak istemeyip yalnız kalmayı arzularken, bazen de anlamlı bir sohbetle huzur bulma ihtiyacının bir karışımı…
Çünkü insan, tek başına yaşamak için yaratılmamıştır.
Hem insan doğası hem de inanç açısından bu kadar derin bir yalnızlık sağlıklı değildir.
Nitekim İslam’da da sürekli bir yalnızlık tavsiye edilmez; aksine insanın toplumla bağ kurması, dostluklar kurması, iyiliği ve dayanışmayı paylaşması teşvik edilir.
Kişinin kendine özel bir alan istemesi, evinin düzenini koruması anlaşılırdır.
Ama kapıları tamamen kapatmak, insanları uzaklaştırmak, yalnızlığı tamamen bir yaşam biçimine dönüştürmek, huzurdan çok içe kapanmış bir karanlık yaratabilir.
Sessizliği sevmek bir şeydir, fakat dünyayı tamamen sessizliğe mahkûm etmek başka bir şeydir.
İnsanın güvenebileceği bir dostunun olması, dertleşebileceği bir insanın bulunması, bir fincan çay eşliğinde sohbet
edecek bir yüreğe sahip olması güzeldir.
Bu sadece duygusal bir ihtiyaç değil, aynı zamanda ruhu besleyen bir gerekliliktir.
İslam da kişinin toplumdan tamamen kopmasını değil, dengeli bir şekilde insanlarla ilişki içinde olmasını öğütler.
Bu yüzden kalabalıktan hoşlanmasam bile yazılan duygular beni ürküttü.
Çünkü insan kendini böyle tamamen kapattığında, yalnızlık artık bir tercih değil, bir yük haline gelir.
Ve bu yük zamanla ruhun ışığını söndürmeye başlar.
İnsan, insana muhtaçtır; dostluklar, selamlar, küçük ziyaretler bile ruhu diri tutar.
Hayırlı akşamlar.