Gurbetçilerin, yani sizin deyiminizle “Almancıların”, para içinde yüzdüğü iddiası yıllardır dilden dile dolaşan, ancak gerçeğin yanından bile geçmeyen bir ezberdir.
Zannediliyor ki, onlar evlerinden çıkar çıkmaz yollar altın dökülmüş bir ülkeye adım atıyor; para kendi kendine ceplerine doluyor.
Oysa gerçek hayat, bu masalların çok uzağındadır.
Eğer gerçekten sandığınız gibi “paraları taşsa”, memlekete geldiklerinde en ucuz otellerde, denetimsiz işletmelerde kalmaz, ailelerini tehlikenin ortasına bırakmazlardı.
Bu bile o yanlış algının ne kadar köksüz olduğunu göstermeye yeter.
Ne var ki bazıları hâlâ “Onlarda pul gibi para var” deyip onları bir fırsat, bir kaynak, adeta bir hedef gibi görmekten vazgeçmiyor.
Oysa insanın içiyle yüzleşmesi gerekir:
Bir insan başkasının kazancına göz diktiğinde, aslında kendi tembelliğini meşrulaştırmaya çalışır.
Gurbetçilerin kazandığı para gökten yağmaz.
Geceyi gündüze katarak çalışırlar; sabahın köründe kalkar, akşamın yorgunluğunu sırtlarında taşırlar.
Çocuklarının geleceği için ek işler yapar, tatillerini bile para biriktirmeye çevirirler.
Onların kazancı hileden, başkasının emeğinden değil; kendi yükledikleri ağır sorumluluktandır.
Fakat memlekete döndüklerinde karşılarına bambaşka bir manzara çıkar:
İşini yarım bırakanlar, çalışıyormuş gibi yapanlar, denetimin adını duymamış işletmeler, sorumluluğu kaderin üzerine yıkan bir anlayış…
Türkiye’de sabah saat dokuzdan önce hayatın başlamaması artık neredeyse “normal” kabul ediliyor.
İnsanlar keyfine göre davranıyor, çalışan kadar çalışmayan da aynı saatte uyanıyor.
Sabahın erken saatlerinde yalnızca sigaracılar ve belli başlı fırınlar açık; o da her yerde değil.
Türkiye’de sabah ona kadar uyumanın sıradan bir alışkanlığa dönüşmesi gerçekten akıl alır gibi değil.
Sonra da hiçbir şey bilmeden, düşünmeden insana soruyorlar: “Orada kazanç iyi değil mi?”
Bir bilseler günlük hayatın neye benzediğini…
Sabah 5H kalk,evinin isi sonra yola çik sekizde tekstilde işe başla, akşam sekize kadar çalış.
Oradan çıkıp bir de kütüphanenin temizliğini yap.
Eve girdiğin saat on birden geçiyor.
Ev işi, yemek, çocukların ihtiyaçları derken gün bitiyor.
Cumartesi günü bile kırtasiyede çalış.
Buna rağmen inan ki elimize geçen para pul bile olmuyordu.
Çocukların okul masrafları, kira, gaz, elektrik…
Beş sene Türkiye’ye gelemedim.
Gelsem, çocuklarımın okul masrafları için başkalarından borç almak zorunda kalacaktım.
Bunun için gitmedim.
Biz çalıştık, çabaladık ve yatırımımızı kendimize değil çocuklarımıza yaptık; onların eğitimine.
Ama Türkiye’de insanlar tatilden, mobilyadan, lüksten asla vazgeçmiyor.
Evler modern, eşyalar son model…
Sonra da hiç utanmadan hükümeti suçluyorlar.
Hükümet ne yapsın? Sen hesap-kitap bilmiyorsan, sen gelirini giderini yönetemiyorsan,
sen tasarruf etmeyi bilmiyorsan, hiç kimse seni kurtaramaz.
Yani mesele hükümet değil; mesele insanların kendi hayatlarını bir türlü düzenleyememesi.
Ve tüm bu dağınıklığın ortasında masum insanlar zarar görür.
Bir aile, yani BÖCEK ailesi…
Onlar memleketlerine ne bir şikâyetle ne bir hesapla geldiler; tek istedikleri çocuklarıyla biraz nefeslenmek, memleket toprağında birkaç gün huzur bulmaktı.
Ama bilmedikleri bir gerçek vardı: İnsanların umursamazlığı, denetimsizliğin sessizliği, sorumluluğun yokluğu bazen en büyük tehlikeleri saklardı.
Kaldıkları işletmenin kapısından içeri adım attıklarında onları bekleyen şey ne huzurdu ne de tatildi.
Bir anlık ihmal, yılların yorgunluğunu taşıyan bir ailenin üzerine çöktü.
Otel duvarlarının ardında saklanan eksiklikler, yerine getirilmeyen kontroller ve işinin ehli olmayan kişilerin eline
bırakılmış sorumluluklar, onların hayatını bir anda karanlığa boğdu.
Ve geriye sadece sorular kaldı:
Bir aile neden denetimsizliğin bedelini ödemek zorunda kaldı?
Bazıları hâlâ işin kolayına kaçıp utanmazca hüküm veriyor: “Benzetmeleri vicdansızca…
Onlarda para çok, nasıl olsa harcarlar.” diyebiliyorlar gurbetçilere
Ne akıl almaz bir yanılgı! Bu cümle sadece basit bir önyargı değil; açıkça başkasının alın terine göz dikmenin,
emeği hiçe saymanın, haksızlığı meşrulaştırma çabalarının ucuz bir bahanesidir.
Bu düşünce, hem ahlâksızlığın hem de yüzsüzlüğün en rafine hâlidir.
Oysa gerçek çok daha yalındır:
Bir şehirde sorumluluk yoksa, denetim yoksa, düzen yoksa, acıyı hep masum olanlar yaşar.
Gurbetçilerin payına düşen ise çoğu zaman hem yurt dışında verilen mücadele, hem memlekette karşılaştıkları umursamazlık, hem de
üzerlerine yapıştırılan haksız etiketlerdir.
Ve bu hikâyenin sonunda görülen tek hakikat şudur:
Sorun gurbetçilerde değil; sorun, başkasının emeğini hafife alan, çalışmadan kazanmayı alışkanlık haline getiren,
denetimi gereksiz gören bir düzen anlayışındadır.
Bu değişmediği sürece, bu topraklarda en ağır bedeli ödeyen yine dürüstçe yaşayan insanlar olacaktır.
Sağlık Sistemi ve Denetimsizlik
Ülkem için güzel şeyler yazmak isterim ama gerçekler kaçınılmaz: Sağlık sistemi ciddi bir sınav veriyor.
Geçen gün eşimle özel bir hastaneye gittik. Kapıdan girer girmez sorulan ilk soru: “Dışarıdan mı geldiniz?” Henüz ne şikâyetimiz
olduğunu bile sormadan önce bizi sınıflandırdılar; sanki insanın kimliği değil, geldiği yer ve sosyal statüsü önemliymiş gibi.
Devlet hastanesinde durum daha da vahimdi.
Acil’e giriyorsun. Kapıda kocaman ‘ACİL AYAKTA TEDAVİ BÖLÜMÜ’ yazıyor.
Yani, hasta ol, ama yere düşme! Çünkü düşersen tedavi olamazsın.
Ayakta dur, acil ol, ama fazla da acil olma… Hayat işte.”
Önce tansiyon ölçülüyor ve sonra “Dışarıda bekleyin” deniyor.
Saatlerce, kalabalığın arasında sıkışıp sandalyelerde bekliyorsunuz.
Sıra geldiğinde adınızı ekranda görmek için yukarı bakmak zorundasınız; tansiyon hastaları için neredeyse imkânsız.
İnsan, tedavi edilmek yerine bekletilmeye ve yıpratılmaya odaklanmış hissediyor.
Her şey plansız, her şey düzensiz.
Hastaların sabrı ve sağlığı sistemin eksiklikleriyle sınanıyor.
Tansiyon için hastaneye gittim, şikâyetimi anlattım.
Bana bir hap verdiler, bir de iğne kapsuli verdiler
Hapı içtim, iğneyi görünce sordum:
“Bu niye?”
“Ağrı için,” dediler.
Benim ağrım yok ama…
Tansiyon için gelmişim, bana olmayan bir ağrının tedavisini vermişler.
İğneyi geri vermek istedim, tabii ki almadılar.
Hatta üzerine not bile düşmüşler: “Doktorunuza iade edeceksiniz.”
İğne değil, zimmetli eşya sanki.
Doktora gittim, bir elimde iğne, bir elimde kağıtlar, sırada bekliyorum.
Sıra bana gelince, doktorun yanındaki görevli bana bakıp:
“Neden vurulmadın iğneyi?” diye sordu.
Dedim ki:
“Ağrı içinmiş, benim ağrım yok.”
“İyi o zaman ver,” dedi ve iğneyi elimden aldı.
O an düşündüm:
“Gerçekten hastanede miyim, yoksa yanlış tedaviyi dağıtıp sonra geri toplayan bir yerde miyim?”
Doktor sadece kağıda bakıp evimize dönmemizi söyledi.
Yanındaki doktora, asistanın dosyaya bakması gerektiğini söyledim; o gelene kadar başka bir numara çağırıyorlar.
Ben oradayım ama yokmuşum gibi davranıyorlar.
Hastanedeki bu düzen, kaos ve ilgisizlik, insanın temel haklarının ne kadar hiçe sayıldığını gösteriyor.
Sesinizi çıkaramıyorsunuz; hastalar sadece kendi sabırlarıyla yüzleşmek zorunda bırakılıyor.
Bu kadar eksiklik ve ilgisizlik kabul edilemez.
Sağlık bir haktır ve bu hakkın gereği yerine getirilmelidir.
Selam ve dua ile.