Basit bir evrak işi için eşimle birlikte bir kuruma gitmiştik.
Eşim, yaşadığı durumu görevliye anlatıyordu.
Türkçesi biraz eksikti, kelimeleri seçerken zorlanıyordu ama nezaketi eksiksizdi.
Masada iki görevli vardı.
Biri işle ilgileniyor gibi görünüyordu; diğeri sessizce izliyordu.
Ama ikisinin de duruşunda aynı mesafe, aynı ilgisizlik vardı.
İşle ilgilenen görevli, masanın arkasından bir kâğıt uzattı.
Eşim, ne olduğunu anlamak için sordu: “Bu nedir?”
Ardından, “Türkçem çok iyi değil, eşim doldurabilir mi acaba?”
O an yanlarına yaklaşmıştım. Görevlinin cevabı ise cevap bile değildi:
Dudaklarından küçümseyici bir cümle savruldu:
“Bu yaşa gelmişsin, hâlâ Türkçe öğrenmedin mi sen?”
“Sennn….”
Benim esim olmasi gerekmiyor
Orada duran kişi, yaşı ondan büyük biri…
Saçlarında ak var, omuzlarında yılların ağırlığı var.
Ama o görevli, masanın arkasında oturuyor diye, sanki böyle konuşma hakkına sahipmiş gibi “sen” diye çıkıştı eşime.
Hitabındaki o pervasızlık, sanki bir büyüğüne konuştuğunu unutan birinin seviyesizliği gibiydi.
Saygıyı bir kenara bırakmıştı, merhameti zaten hiç bilmemişti.
O anda anladım ki mesele Türkçe değildi.
Mesele, karşındaki insanı insan yerine koyabilmekti…
Ve o bunu yapamıyordu.
Sessizce izleyen diğer görevli, bir anlığına gözlerini kaçırdı.
Ama ne bir kelime etti…
Ne bir uyarı, ne de basit bir “Beyefendi, lütfen.”
Masada iki kişiydiler, ama empati yoktu; sadece olayın seyircisi olan bir sessizlik vardı.
O anda içimde bir öfke yükseldi, sessiz ama keskin bir öfke…
Eşim sustu.
Ben oradaydım. Tam arkasındaydım. Her şeyi duydum, her şeyi gördüm.
Ama eşimin üzüldügün o anın üstüne bir de benim öfkemi yüklemek istemedim.
Kendimi tuttum, nefesimi yuttum ve sadece sakin bir tonda söyledim:
“Verin, ben doldururum.”
Görevli ise kibirden bir duvar gibiydi. Kafasını bile kaldırmadan
“Gerek yok, ben doldururum,” dedi.
Formu doldurmaya başladı.
O an, üzerine düşen tek şey bir kâğıt değilmiş gibi davranıyordu.
Yanındaki görevli yine sustu.
İki kişiydiler ama ikisi de aynı kayıtsızlıkla duruyordu.
Odadaki tek ses, kâğıda sürünen kalemin cızırtısıydı…
Ve o ses bile onların insanlığından daha canlıydı.
Eşime döndüm, alçak bir sesle fısıldadım: “İstersen dışarı çık… biraz hava al.
Ben alir gelirim kâğıt.”
Derin bir nefes aldı. “İyi olur,” dedi ve çıktı.
Îçimdeki fırtına büyüdü.
Sessizlik ağırdı… iki görevli vardı ama insanlık yok gibiydi.
Bir süre sonra görevli kâğıdı bana uzattı.
Ne bir nezaket, ne bir ifade… Sadece “Alın.”
Elindeki kâğıdı sanki bir yükten kurtulur gibi uzzatti bana.
Usulca aldım.
Ben yine “Teşekkür ederim,” dedim.
Çünkü benim içimdeki terbiyeyi, onun kaybettiği nezaketle kirletmek istemedim.
Ama o kibirli hâli… “Buyurun,” demek yok,
Sanki orada bulunan herkes ona mecburmuş gibi bir tavır…
İçimdeki düğümü daha da sıkılaştırdı.
Çıkabilirdim, ama konuşmadan çıkamadım.
Az çok beni tanıyorsunuz; içimden değil bu sefer , direkt yüzüne söyledim.
Çünkü biz sessiz kaldıkça, hoyrat insan topluluğu büyüyor, kalabalıklaşıyor.
Suskunluğumuz onların cesaretini besliyor, kibirlerini büyütüyor.
Ve ne yazık ki, her sustukça daha da çoğalıyorlar.
İçinde bulundukları güç, bizim sessizliğimizin hediyesi olmuş gibi.
Neden olsa o kâğıdı uzatırken bile nezaketi kaybetmişti.
Ben niye sussayim?
Sanki “al da git” der gibi, görev yaptığı masada değil de pazarda bağırıyormuş gibi.
Sakin ama çok net bir sesle sordum:“Siz çok mu eğitim aldınız?”
Başını kaldırdı, göz göze geldik.
Diğer görevli yine sessizdi; ama bu defa sessizliği bir kaçış değil, bir tanıklıktı.
Sözlerimin nereye varacağını o da anlamıştı.
Devam ettim, her kelimeyi ölçerek, vurgulayarak:
“Bu masada oturmak, insanlara böyle konuşmak için ciddi bir eğitim gerekiyor herhalde.
Az önce eşime ne dediniz?
‘Bu yaşa gelmişsin, sen hâlâ Türkçe bilmiyor musun?’” diye sordunuz ya
Sustum, nefes aldım. Size sen diye sormuyorum “Siz çok mu eğitim aldınız?” diye soruyorum
Sonra öğretir gibi, tane tane söyledim: “Bir insanın Türkçesi eksik olabilir. Dili eksik olabilir.
Ama ahlaki eksik değilse, siz ona eksikmiş gibi davranamazsınız.
Böyle konuşamazsınız.
Hayatını bilmeden bir insanı yargılayamazsınız.”
Bu cümlelerden sonra artık gözlerime bakamıyordu.
Yanındaki görevli de başını eğdi; sessiz bir utanma örtüsü gibi indi üstlerine.
Ve devam ettim
“Babanız yaşında birine böyle konuşmak…
Gerçekten bu kadar kolay mı sizin için?
Sadece bir form doldurmak bu kadar mı ağır geliyor da üstünüzden kibir saçıyorsunuz?
Ve en önemlisi…
İnsan olmak, sizin için bu kadar mı yüzeysel bir şey?”
Son cümlem bilerek ağırdı, bilerek netti:“Eğitim dediğiniz şey, önce insanda başlar.
Sizde başlamadan bitmiş anlaşılan.”
Sonra ekledim, sakin ama keskin: “Merak etmeyin, siz yalnız değilsiniz.
Size müjdeli bir haber vereyim: hiç yalnız değilsiniz.
Bu ülkede sizin gibiler oldukça kalabalık.
Evet, empati yoksunu, kibirli ve kalbi sağır bir topluluk…
Ve maalesef… oldukça kalabalıksınız.”
Görevli kekelemeye başladı: “Şaka olsun diye söyledim ben amcaya…”
Acı bir gülümsemeyle cevap verdim:
“O zaman siz de benim söylediklerimi espri olarak alın.
Belki böylece üzerinize alınmazsınız.”
Ve sessizce çıktım.
Arabanin yaninda eşim duruyordu, başı hafifçe eğik.
Yanına gitmedim; içimde hâlâ fırtına vardı.
Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım.
O an fark ettim ki…
Bazen insanlar kırılır, kalpler susturulur, sözler yaralar…
Ama gökyüzü hâlâ oradaydı; Sessiz, engin, sınırsız…
Ve gözlerimi ona diktiğimde, içimde bir nefes hissettim.
Belki eşim de dışarıda kendi nefesini buluyordu.
Gökyüzü, insanlara bakmaktan yorulmuş kalbime bir mola,
Sessiz bir teselli,
Ve en saf haliyle huzur demekti.
Selam ve dua ile
Güzel hafta sonlari 🙂