Hayırlı Akşamdan Hayırlı Geceye 🌹
ailemden biriyle alışverişe çıktık. Dönüşte bana,
“Kahvaltıyı bizde yapalım mı?” diye sordu.
“Olur.” dedim. Türk bakkalına uğrayıp simit aldık.
Allah’a şükür, bugünümüz çok farklı.
Simidi de var, çayı da var, üstelik ince belli bardaklarıyla.
Bir zamanlar biz gurbetçiler bunları özlerdik.
Yanlarında bulgur, tarhana, salça taşır, arabalarına yükleyip getirirlerdi.
Kimi de kendi tarhanasını, salçasını yapardı.
O lezzet bambaşkadır elbet.
Ama benim böyle bir imkânım yok.
Uçakla gidip geliyoruz; bagaj sınırlı.
Fazlasını ya almıyorlar ya da para istiyorlar.µ
Doğrusu değmez, çünkü artık burada da her şey bulunabiliyor.
Kahvaltımızı yaptık, ardından beni eve bırakmak için arabaya bindik.
Yakınım yüklerle uğraşırken yanımızdan yaşlıca biri geçti.
Tuhaf hareketler yapıyordu.
Ben arabada olduğum için tam anlayamadım.
Sonradan öğrendim ki, bize hakaret ediyormuş.
Fransızca bilmediğim için o an sevindim.
Yakınım ise edebinden dolayı karşılık vermedi.
Zaten bazen en güzel cevap susmaktır. Bana dönüp,
“İki senedir bu mahalledeyim.
İlk defa böyle açık bir ırkçılıkla karşılaştım. Resmen hakarete uğradık.” dedi.
Belli ki çok etkilenmişti. “Benim yüzümdendir.” dedim.
Kıyafetime, başörtüme alerji duyan insanlar her yerde var.
Ben alıştım. Kanıksadım. Gülüp geçiyorum.
Belki yalnız olsaydım cevap verirdim.
Ama beraber olunca, susmak daha doğru geldi.
Çünkü bu tür insanlar sadece burada değil, Türkiye’de bile var
. Metroda, hastanede, sokakta… Hep karşımıza çıkıyor.
Eskiden gurbetçiler simidi, ince belli bardakta çayı özlerdi.
Ama insanlar yine de birbirine daha saygılıydı.
İyilik vardı. Şimdi iyi insanlar elbette var, ama dünya değişti, insanlar da değişti.
Bir zamanlar iyilik, bir insanın hayatına dokunmaktı.
Bugün ise sanki iyilik çekip gitmiş, yerini gülümseyerek yapılan kötülük almış.
Biz de sorumluluklarımızı üzerimizden atıp hep “zaman”ı suçlamışız.
Ne yazık ki insana, hayvana, doğaya, güzelliklere zarar veren Firavunlara anne , baba olunmus.
Ne yazık ki artık kötülüğe, şiddete, zulme bile göz yummayı öğrenmiş bir toplum olduk.
Bir insan yere düşse, bir hayvan can çekişse, bir kavga çıksa…
İlk akla gelen şey polis aramak değil, yardım etmek hiç değil.
İlk refleks: telefonu çıkarmak.
Kamerayı açmak. Kayda başlamak.
Sanki olay ancak ekrana yansıdığında var oluyor.
Sanki yaşanan acı, kayıt altına alınmadıkça gerçek değil.
O an, vicdan cebin içine saklanıyor.
Merhamet, “like” sayısına feda ediliyor.
İnsanlık, bir ekranın karşısında yavaş yavaş tükeniyor.
El Uzatmadan Dil Uzatmak
Eskiden iyilik bir yaraya merhem olmaktı.
Bir el uzatmak, bir çocuğu güldürmek, bir yaşlıya yer vermekti.
Şimdi iyilik, paylaş tuşunun yanında unutulmuş bir kavram gibi.
Bir olay olduğunda çoğu insan sadece izliyor. “Birileri ilgilenir” diyor.
Sorumluluğu başkasına yüklüyor.
Hatta artık daha da ileri gidiyoruz:
Kimi kameraya alıyor, kimi de telefona sarılıp başka birine haber veriyor.
“Bak ne oldu biliyor musun?” diye müjde verir gibi anlatıyor.
Bir başkasının acısı, bir başkasının sohbet malzemesi oluyor.
Ama şunu unutuyoruz:
Kötülüğe sessiz kalmak, kötülüğü çoğaltmaktır.
Susmak, kabullenmektir.
Kameraya kaydetmek ya da telefonda paylaşmak, vicdanı kurtarmaz.
Belki de çağımızın en büyük yalnızlığı budur:
Düşenin yardımına koşmak yerine, ona doğrultulmuş soğuk bir kameranın merceği…
Sabahınız hayırla, gününüz nurla açılsın inşallah.
🤲 Ya Rabbi! Bizi rızana uygun yaşayanlardan eyle.